10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 1 Eylül 1989 Cezaevlerinde onur direnişi

Cezaevlerinde onur direnişi

12 Eylül tutsakları 1 Ağustos Genelgesi'nin kaldırılması için başlattıkları açlık grevine 52. günde son verdiler. Bilindiği gibi açlık grevi, Eskişehir Özel Tip Cezaevinde tünel bulunmasını bahane eden yönetimin, tutuklu ve hükümlülerin en temel haklarını bile gasp etmesi üzerine 29 Haziran'da başlamıştı. Tutsakların onurlu direnişini kıramayan Adalet Bakanlığı açlık grevinin 34. gününde sürgün kararını verdi. Zorla ringlere bindirilen direnişçiler aç susuz yirmi saatlik ölümcül bir yolculuğun ardından Nazilli ve Aydın Cezaevleri'ne getirildiler. Aydın Cezaevinde sopa ve dipçiklerle dövülen tutsaklardan Mehmet Yalçınkaya ve Hüseyin Hüsnü Eroğlu yaşamlarını yitirdiler. Ölümler yurt içinde ve yurt dışında büyük tepkilere yol açtı. Dayanışma amaçlı açlık grevleri belli başlı bütün cezaevlerine yayıldı. Devrimci, sosyalist çevreler, yazarlar, aydınlar, kadınlar, gazeteciler, sendikacılar, işçiler, öğrenciler, İnsan Hakları Derneği, TAYAD,. Mimar ve Mühendis Odaları, Barolar, tutuklu ve hükümlü aileleri direnişçilerle dayanışma için çeşitli gösteriler, eylemler ve protesto hareketleri gerçekleştirdiler, bildiriler yayınladılar. Türk-İş Başkanlar Kurulu yayınladığı bildiride "Cezaevlerinde ölümler durmalıdır. Tüm yurttaşlarımızı bu konuda duyarlı davranmaya, tepkilerini ortaya koymaya çağırıyoruz” dedi. Ölümler ve iktidarın vurdumduymaz tavrı, kamuoyunda, 12 Eylül lideri Kenan Evren'in "bunları asmayıp da besleyelim mi?" sözünün uygulanması olarak değerlendirildi. Başbakan Özal'ın "tedavi kabul etmeyen ölür, ne yapalım yani..." sözü bu yargıyı pekiştirdi. Adalet Bakanlığı yetkililerinin "1 Ağustos Genelgesi kalkacak" sözü üzerine direniştiler 18 Ağustos'ta ölüm orucunu bitirdiler.

Açlık grevi bitti ama sorun henüz yerli yerinde duruyor. Cezaevleri kanayan bir yaradır. Cezaevlerine ilişkin Birleşmiş Milletler standartları derhal uygulanmalıdır. 12 Eylül hukukuna dayanarak verilen hükümler kaldırılmalı, GENEL AF çıkarılmalıdır.


Direnişin öğrettikleri

Direniş son derece öğretici oldu. Öğrenmek isteyen herkese paha biçilmez bir "politika dersi" sundu. Birincisi, direnişin elverişsiz koşullarda bile yapılabilecek şeylerin olduğunu zulme karşı kararlı direnişin yerini hiçbir şeyin tutamayacağını gösterdi. Direnmek onurdur. İkincisi, direniş, siyasal güçlerin diziliş tablosu netliğiyle ortaya koydu. 12 Eylülcüler ve ANAP İktidarı hiçbir sınır tanımayan düşmanca tutumlarıyla kapitalist sınıf adına kararlı bir mücadele yürüttüklerini kanıtladılar. Seksen yaşındaki ana Makbule Bolcan'ın tutuklanmasını başka nasıl yorumlarsınız? İktidar sınıf düşmanından intikam alıyordu. SHP Merkez Yönetimi kamuoyunun bütün baskılarına rağmen açlık grevine destek olmaktan kaçındı. SHP Aydın il binasında açlık grevi yapan tutuklu ve mahkûm ailelerinin binayı derhal terk etmesini istedi. Erdal İnönü'nün açlık grevlerini "şiddet eylemi" saydığı biliniyordu. Deniz Baykal cezaevi sorunlarıyla ilgili kimi SHP milletvekilleriyle "E tipi milletvekilleri" diyerek alay etmeye kalkıştı. Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'nun "SHP Merkez Yönetimine bu olaydaki tutumundan dolayı teşekkür ediyoruz" demesi SHP'nin düzenin egemenleri ile uyumlu tutumunu pek güzel açıklıyordu. Diğer burjuva partileri de direnişe en ufak bir yakınlık göstermediler. Demirel ve Ecevit ne anlama geldiği belirsiz birkaç sözle işi geçiştirdiler. DYP Aydın il yöneticilerinin, evlatlarıyla dayanışma için Aydın'a gelen aileleri izlemekle görevli sivil polislere kebap ısmarlaması bu partinin tutumu konusunda küçük ama anlamlı bir örnekti. Legal siyasal partiler içerisinde sadece Sosyalist Parti ve Yeşiller Partisi açlık grevlerine destek oldular. Üçüncüsü, direniş yeni reformist çevrelerin temel tezini çürüttü. En masum ve en insani talepler için parmağını bile kımıldatmayan ve hatta düşmanca bir tutum alan burjuva partileri ile "ulusal mutabakat" kurarak demokrasiye geçeceklerini sananların şaşkınlığı belgelendi. Direniş, aynı zamanda Marksist-Leninist güçlerin birleşik etkinliğinin ortaya konmasındaki eksikliği de gözler önüne serdi Dahası temel insan haklarının böylesine açık ihlalleri karşısında başta işçi sınıfı olmak üzere geniş emekçi kesimleri yığınsal ve ivedi tepkilerin örgütlenmesinde yetersiz kalındığını ortaya koydu.


Seçenek!

Halkı düşman ilan etmek

Kürdistan ve PKK geçen ay kamuoyunun gündeminde ilk sıradaydı: Cudi Dağlarında operasyon... İnsan haklan ihlalleri... Hakkâri’nin Yoncalı köyünde öldürülen ve yakılan köylüler... Eruh'un Fındık yöresinde biri ölü olarak bulunan kayıp köylüler... Diyarbakır'ın Çınar ilçesine bağlı Ovabağ köyünde bir yurttaşın taranarak öldürülmesi... Baskı, işkence, "yanlışlıkla öldürme"... Son iki ay içerisinde 300 dolayında köy korucusunun silahını bırakarak görevden ayrılması... Bölge Valisi Kozakçıoğlu'nun "bazı köylerde soruşturma tekniği gereği vatandaşları toplu olarak gözaltına alıyoruz" itirafı... Cudi'de olaylar geçen yıla göre yüzde 217 arttı... PKK'ye lojistik destek sağladıkları gerekçesiyle Anılmış köyünün boşaltılması... "Cudi Dağı bombalanacak mı?" sorusuna Kozakçıoğlu'nun net sevabı: "Operasyon neyi gerektiriyorsa yapılacak." DYP Genel Başkan Yardımcısı Esat Kıratlıoğlu'nun "bölgenin bazı yerleri akşamları devletin elinde değildir" değerlendirmesi... Kozakçıoğlu'nun demeci: "PKK’yi halk koruyor. Bölge halkı silahlı vatandaşı korumayı, beslemeyi seviyor. Bu eskiden beri böyle. Silahlı adam korumak onlar için manevi bir güç"... Hakkari Tugay Komutanı Tuğgeneral Altay Tokat'ın "ot bile bitirmeyecek'' önerisi: "Benim sistemimle olsa çok kısa sürede bunları yok edebiliriz. Kendi sistemim uygulandığı takdirde değil insan ot bile bitmez. Güney komşumuz 50 yıl kendilerine karşı savaşan insanları bir harekâtla hepsini yok etti."... İnsan hakları ihlalleri konusunda ne düşündüğü sorulan İnönü'nün "Silahlı eyleme karşı sözle mücadele edemezsiniz. Silahla savunmak gerekir." şeklindeki yanıtı. İnönü'ye göre "mesele ayrımcı güçlerin yürüttüğü silahlı eylemin propaganda boyutunun da olduğunu görmektir. Halk ile devlet güçlerinin arasını açmanın bu mücadelenin parçası olduğunu hatırlamak ve olaylan böyle görmektir."... Ve Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Torumtay'ın sert bildirisi: "Öncelikle silaha karşı silah kullanmak zorundayız. Dolayısıyla milli varlığımıza ve bütünlüğümüze silah çeken ve onun yanında bilerek ve isteyerek yer alan ve destekleyen kimseleri düşman kabul etmek ve ona göre gerekli etken tedbirleri almaktan başka seçeneğimiz yoktur."... Başbakan Özal'ın "Devletimiz güçlüdür, bütün hainleri ezeceğiz" demeci... Amerikan patentli düşük yoğunluklu savaş ve iç düşman doktrininin en yetkili ağızlardan ilanı. Şovenizmin ve militarizmin dizginlerinden boşalması... Milliyet'in "İşte Botan" manşetiyle verdiği haber: "PKK Dicle Nehri ile Zap Suyu arasındaki Diyarbakır, Siirt, Bitlis, Mardin, Hakkâri illerini kapsayan geniş yurt parçasını 'Botan Bölgesi' diye adlandınyor. Ve bu yöreyi 'kurtarılmış bölge' ilan ediyor... PKK'nin Avrupa'daki kolu olan ERNK (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) yetkilileri olarak kendilerini tanıtan bir grup dün Federal Almanya'nın başkenti Bonn'da düzenledikleri basın toplantısında elinde 7'si astsubay, l'i üsteğmen, 8 asker ve 10 köy korucusunun esir bulunduğunu ve Botan'ın Türk otoritesinin geçmediği kurtarılmış bölge olduğunu ilan etmiştir."

Bütünüyle günlük basında yayımlanan haberlere dayanan bu tablo neyi gösteriyor? Birincisi, bölge valiliği, olağanüstü hal, köy koruculuğu, özel timler gibi çeşitli öğelerden oluşan baskı sistemi iflas etmiştir. İkincisi, PKK, savaşımını sürdürebilecek bir kitle desteği sağlamıştır. Üçüncüsü, bölgede uygulanan sistemin iflasıyla yüz yüze gelen devletin en yüksek organlarında "daha çok baskı", "toptan çözüm", "Irak tarzı çözüm" eğilimi güç kazanmaktadır.

Sonbahara işte böyle bir tabloyla giriyoruz.


Kristal-İş 10. Genel Kurulu yapıldı

Türk-İş'e bağlı sendikaların merkez genel kurulları başladı, ilk genel kurulu Kristal-îş Sendikası 21-22-23 Temmuz 1989'da topladı. 206 delegenin yer aldığı genel kurul, sendikal yaşamın durumunu yansıtan bir takım özellikleri çarpıcı bir biçimde ortaya çıkardı. Bu özellikleri kısaca şöyle sıralayabiliriz.

Birincisi, ülkemizde sendikal hak ve özgürlüklerin ne denli kısıtlanmış olduğu, Kristal-İş genel kurulunda çıplak bir biçimde gözler önüne serildi. Genel kurulun 2. gününde işçilerin sendika yönetimine seçme ve seçilme hakkı 10 yıllık fiili işçilik keyfi gerekçesiyle ortadan kaldırıldı. Kristal-İş'in 10 yıldır genel başkanlığını yapan H. Basri Babalı ve genel başkan vekilliğini yapan İbrahim Eren, ayrı ayrı genel başkan adaylıklarını geri çekmek zorunda bırakıldılar. Divan Başkanı Petrol-İş Genel Mali Sekreteri Tekin Akın'ın "Nerede 12 Eylül diyenler varsa, işte burada 12 Eylül" sözleri, yaşanan olayı özlü bir biçimde dile getiriyordu. Delegasyonun "Hükümet istifa", "Demokratik Türkiye" haykırışlanyla protesto edilen bu yasak karşısında alınacak tutum da özel bir önem taşıyordu. Seçilme hakkı gaspedilen H. Basri Babalı, sorunun aşılması konusunda görüşünü genel kuruldan sonra şöyle dile getirdi: "Çekişmeler bir tarafa bırakılarak başkanlar kurulu ve tüm delegeler 5 kişilik bir liste üzerinde mutabık kalsalar ve bunda kararlı olunsaydı bu sorunun büyük ölçüde aşılabileceğine inanıyorum". İbrahim Eren ise şu görüşü ileri sürdü: "Seçim Kurulu verilecek listeyi onaylamayacağını açıkça söylüyor. Biz buna rağmen ısrarla aday olsaydık genel kurulun iptali ve sendikanın kayyıma gitmesi gündeme gelebilecekti". Sonuçta İbrahim Eren'in değerlendirmesi çerçevesinde adaylıklar çekildi, fiilen hakkın gasp edilmesine boyun eğildi, ardından da hakkımız gasp edildi feryadı yükseldi. Görülen o ki, böylesi bir durumda işçilerin en temel sendikal hakkına, seçme ve seçilme hakkına sahip çıkmanın yolu, H. Basri Babalı'nın önerisi doğrultusunda hareket ederek bir "fiili durum"u hak ve özgürlüklerin kullanımı için yaratmak yerinde olacaktı.

İkincisi, seçme ve seçilme hakkına müdahale, bir anda genel kurulun genel olarak işçi sınıfının, özel olarak toprak-cam işçisinin sorunlarının ele alınıp mücadele doğrultularının saptanacağı bir platform düzeyine yükseltmekten kulis faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir düzeye indirdi. Teknik cam baş temsilcisi Ali Özalp haklı olarak şöyle diyordu: "Buradan çok Hasan Basri, çok İbrahim Eren yetiştireceğiz diyoruz ama bu kafayla gidersek bir şey çıkmaz. Sabah kalkan hemen aday oluyor."

Üçüncüsü, Kristal-İş genel kurulu yukarıdan aşağıya "demokratik ve güçlü sendikacılık" anlayışının dayatılmaya çalışıldığı ilk genel kurul oldu. H. Basri Babalı açış konuşmasında şöyle diyordu: "10. Genel Kurulumuzun işkolumuzda demokratik ve güçlü bir sendika yaratılmasına (...) yeni bir güç katacağı inancıyla çalışmalarımızın başarılı olmasını dilerim." Delegasyondan söz alanlardan hiçbiri "demokratik ve güçlü sendikacılık"a yeni bir güç katmaktan söz etmezken, Teknik Cam baştemsilcisi Ali Özalp, "Biz sınıf ve kitle sendikacılığı diyoruz". Topkapı şube yönetim kurulu üyesi Derviş Göktepe, "Sendikal mücadelede sınıf sendikacılığının en temel özelliği işçi sınıfınının demokrasi anlayışının hayata geçmesidir"; Lüleburgaz Şubesi Mali Sekreteri Necmettin Aktürk, "Sınıf ve kitle sendikacılığı hayata geçirilememiştir", vurgularını getirdiler.

Dördüncüsü, Kristal-İş 10. Genel Kurul Çalışma Raporu ve sendika genel başkanlığına seçilen Necati Altunkaynak'ın konuşmasındaki kimi açıklamalarda yansıdığı kadarıyla "demokratik ve güçlü sendikacılık" anlayışı, Kristal-İş Sendikasının varlık nedeninin tartışmalı olduğu izlenimini yaratıyor. Çalışma Raporu'nun Teşkilatlanma Dairesi Raporu'nda şöyle deniyor: "Bilmem hangi tarihte ve özel koşullarda kurulmuş olan bir sendikanın varlığının korunması genişletilmesi başlıca amaç haline geliyor. Üyelerin çıkar ve yararlarına ilişkin amaç yalnız sözde kalıyor.

Sendikal rekabete, bölünmelere su taşıyarak hatta zarar bile verebiliyor. Hiçbir sendika kendi varlığını her şeye karşın bir amaç haline getirmemeli, bütün işçilere ve özellikle üyelerine hizmet amacı hiçbir nedenle gözden kaçırılmamalıdır. İşçinin ihtiyacı olan haklarını savunup genişletecek olan örgütlülüğe sahip, güçlü bir sendika olduğuna göre sendikalar arası ilişkilere esas olarak bu pencereden bakmak gerekiyor." (sayfa 130). Necati Altunkaynak ise şöyle diyor: "1982 yılında 10.800 üyemiz vardı. 83'te yüzde 10 barajı getirilince hızlı bir çalışmaya girildi. İzmir'de, Söke'de, Bozüyük'te, Akçimento'da örgütlenmeye başladık. İzmir'deki işyerleri kapatıldı. Yübetaş kapatıldı, Çimentaş işletme sözleşmesine girdi. Akçimento'dan işten atılmalar oldu, yetki alamadık. Şubeyi kapatmak zorunda kaldık. Bozüyük'te verdiğimiz şanlı mücadelede 400'e yakın arkadaşımız işten atıldı. Bozüyük'te de şubeyi kapattık. "İşçilerin Kristal-İş'te örgütlenip işten atılmalarına yol açıyorsak gidelim Çimse-İş'i demokratikleştirelim diye düşündük. Bunda başarılı da olduk." Görüldüğü kadarıyla, uzlaşmacı sendikacılık-sınıf ve kitle sendikacılığı arasındaki karşıtlığın bir kalemde yok sayılması eğilimi, "demokratik ve güçlü sendikacılık" söylemiyle kendini belli ediyor ve sınıf ve kitle sendikacılığının varlık nedeni ortadan kaldırılmaya yelteniliyor. Bu çerçevede Necati Altunkaynak'ın bu sözlerinin hemen ardından söylediği "Biz diyoruz ki daha yüce bir Kristal-İş, tabanın söz ve karar sahibi olması ilkesinin, sendikal demokrasi ilkesinin, demokratik sendikacılığın sonuna kadar işlediği bir Kristal-İş" sözleri ise açıklanmaya muhtaç kalıyor.

Kristal-İş Genel Kurulu "birliğimizi koruduk, demokrasiyi kazanacağız" sloganıyla kapandı. "Birliğin korunması", genel kurulun ilk hedefiydi; önümüzdeki süreçte birliğin pekiştilirip güçlendirilmesi hala ilk hedef olarak duruyor. Çünkü birlik, işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda, yani sınıf ve kitle sendikacılığı doğrultusunda süren bir mücadelenin ürünü olabilir.


Yapı Kredi'de sendikasızlaştırma taarruzu

Banks sendikası ile Yapı Kredi Bankası arasında toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlığa varmasıyla, Yapı Kredi çalışanlarının yazgısı, grev yasağı nedeniyle, YHK'nın eline düştü. Bu işçi düşmanı kurum da, Yapı Kredi patronunun vermeyi teklif ettiği zam oranını bile fazla bularak, bir kez daha çalışanları sefalet ücretlerine mahkûm etmekten ve daha önceki toplu sözleşmede kazanılmış haklan gasp etmekten geri durmadı. Banks sendikasının YHK’nın bu işçi düşmanı tutumunu protesto ederek YHK sözleşmesini reddetmesi ise Yapı Kredi patronunun sendikasızlaştırma taarruzunu başlatmasının kıvılcımı oldu. Çok kısa sürede binlerce Yapı Kredi çalışanı sendikalarından istifa ettiler. Banks sendikası bir hafta içinde eridi. Bu durum, tek başına ne denli güçlü olursa olsun, patronun psikolojik ve maddi baskısıyla açıklanamayacak bir durumdur. Bu durumun nedenleri nesnel etkenlerin yanı sıra ancak Banks sendikasının kuruluşu ve son genel kurulundan bu yana akan süreç gözden geçirildiğinde tam olarak anlaşılabilir. Nitekim Yapı Kredi çalışanlarının BASS sendikasına üye olmaları üzerine işten atılmalarla birlikte Yapı Kredi patronunun dolaysız yönlendirmesi ile Banks sendikası kurdurularak tüm çalışanlar üye ettirilmiştir, Ne var ki DİSK üyesi Bank-Sen geleneğinden gelen Yapı Kredi çalışanları kısa sürede sendikalarına sahip çıkarak Banks'ta ağırlıklarını hissettirir duruma gelmişlerdir. Geçtiğimiz ikinci toplu sözleşme döneminde oldukça ileri sendikal hakların elde edilmesinin ardından 1988 yılı başlarında gerçekleştirilen genel kurulda seçilen yönetim kurulu, sendikanın örgütlülüğünü yükseltmek, birliğini pekiştirmek yerine, kısa sürede içe dönük bir çabaya yöneldi. Bu içe kapanma Banks genel başkanı Meral Ekim ye genel sekreteri Yılmaz Düzen'in istifasıyla noktalandı. Tam toplu sözleşme görüşmeleri arifesinde yönetim düzeyinde ortaya çıkan ve Yapı Kredi çalışanları bakımından da nedenleri açıkça kavranamayan bu bölünme, Yapı Kredi patronunun toplu sözleşme görüşmelerinde oyalamacı ve dayatmacı bir tutum almasında önemli bir etken oldu. Toplu sözleşme görüşmelerinin Yapı Kredi patronunca sürüncemede bırakılması, Banks sendikasının ise etkin ve kararlı tutum almakta gösterdiği yetersizlik, bu süreçte Yapı Kredi çalışanlarının sendikalarından soğumasına, patron karşısında örgütlülüklerinden doğan güçlerini görememelerine neden oldu. Yapı Kredi çalışanları gözünde sendika yönetiminin basiretsizliği görüntüsü doğdu, böylece yönetimdeki bölünmenin sendikanın gücüne verdiği zarar en üst boyutlara ulaştı. İşte böylesi koşullarda Yapı Kredi patronunun "istemediğim sendikayla çalışmam" pervasızlığıyla ve aba altından sopa gösteren sirkülerliğiyle başlattığı sendikasızlaştırma taarruzu, tahminlerinin de ötesinde başarılı oldu. Sendikanın yeni kurulmuşluğu, grev hakkının gasp edilmişliği, zorunlu tahkime dayalı toplu pazarlık sistemi bu sonucun nesnel etmenleri ise, sendika yönetimindeki sorunların aşılamaması çerçevesinde üyelerin örgütlerine güvenlerinin sarsılmış olması da bu sürecin öznel etmenini oluşturdu.

Bugün vardığı aşamada sorunun çözümü nereden geçiyor? Herşeyden önce Yapı Kredi çalışanlarının patronun yönlendirmesini aşarak özgür iradeleriyle sendikalaşma bilincini ortaya koyup sendikalarını özgürce seçmelerinden geçiyor. Bugün Yapı Kredi çalışanlarını üç ay daha kâğıt üzerinde temsil etmekten öte fiili bir işlevi olmayan Banks yönetiminin, değişik sendikalarla yürüteceği birlik çalışmaları, hangi söylemi esas alırsa alsın, bir anlam taşımıyor. Banks yönetimi en kısa zamanda hala sendika üyesi kalanlarla bir olağanüstü genel kurula giderek bu üyelerinin iradelerini almalı, bu irade çerçevesinde ortaya çıkacak doğrultuda davranılmasına olanak sağlamalıdır.

Yapı Kredi çalışanlarının sendikal örgütlü savaşım gelenekleri güçlüdür. Bu savaşım geleneği, kanalını bularak işçi sınıfının sendikal birliğini sağlayacak doğrultuda akmayı olanaklı kılacaktır. Olgular direngendir, hatalardan ders çıkarmak, hatalarda direnmekten çok daha fazla "akla ve sağduyu"ya uygundur.