10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 2 Ekim 1989 Haberler

Senaryolar ve yaşamın diyalektiği

Eylül ayıyla birlikte ülkemiz politik yaşamının ateşi yükseldi. Bu beklenen yükseliş kendini önce TBMM Meclis Başkanlığı seçimlerinde gösterdi. ANAP'lı Yıldırım Akbulut'un TBMM Başkanlığı'na üçüncü turda, Özal'ın ANAP'lı milletvekillerine yaptığı şantaj sayesinde ve 33 ANAP'lının oy vermemesine rağmen seçilişi, politika alanında senaryo üretme heveslilerine elverişli bir zemin yarattı. Hemen buradan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin sonuçlar çıkartılmaya başlandı. Pentagon kaynaklı senaryolardan, TBMM kulisli senaryolara değin bir bolluk ortalığı sardı. Bunların hiçbirinde T. Özal "esas oğlan" rolünü kimseye kaptırmıyor. Başlangıçtaki T. Özal cumhurbaşkanı olabilir mi, olamaz mı sorunsalı, giderek olacak mı olmayacak mı sorusuna dönüşüyor. Politikayı böylesi senaryolar sananlar ister istemez bu süreçte T. Özal'ın ekmeğine yağ sürüyorlar.

Politikayı sınıf savaşımının yansıması olarak ele alıp, gelişen olayları bu süzgeçten geçirenler için ise içinde bulunduğumuz durumu açıklayan etkenleri irdelemek ve buradan olası gelişme doğrultularını çıkarmak önem taşıyor.

26 Mart 1989 yerel seçimleriyle birlikte, geniş yığınların siyasal platformdaki partiler arasında bir tercih ortaya koymasından çok, ANAP iktidarına hayır dediği ortaya çıktı. Oy verenlerin yüzde 80'i ANAP'ın 12 Eylülcülüğü ye 24 Ocakçılığı sürdüren politikasına yeter dedi. Yığınların tercihindeki bu değişimin TBMM'ye yansımasının ve siyasal ve ekonomik rejimin bu tercih doğrultusunda değişikliğe uğratılmasının ilk adımı erken ve demokratik bir seçimin yapılmasıydı. işçi sınıfımızın "bahar eylemleri", Kürt ulusal direnişindeki yükseliş, cezaevlerindeki politik tutuklu ve hükümlülerin süreğen onur savaşı, bütün bunlar toplumsal muhalefetin durumunun göstergesiydi. İşte erken ve demokratik bir seçim ancak bu muhalefete dayanarak, ondan güç alarak gündeme getirilip gerçekleştirilebilirdi. Komünist hareketin toplumsal muhalefet bakımından henüz bir cazibe merkezi olmadığı koşullarda SHP yönetimi de, sosyal demagojik yöntemlerle de olsa toplumsal muhalefete dayanmaya yönelmedi. Bu da, erken ve demokratik bir seçim mücadelesinin yenilgiye uğramasını baştan hazırladı. Önce yüzdeler tartışması, ardından TBMM'nin meşruiyeti ve nihayet TBMM'de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin boykot edilip edilmeyeceği sorunları, hep var olan 12 Eylül rejimi içinde ve onun "demokratikliği" çerçevesinde aşılmaya çalışıldı. Dolayısıyla da aşılamadı. Bu durum, ANAP'ın toplumsal muhalefete karşı baskı ve terörü yoğunlaştırmasına elverişli bir ortam sağladı. Nitekim 1 Mayıs 1989'da İstanbul'da kolluk kuvvetlerinin hedef gözeterek açtıkları ateş sonucu Mehmet Akif Dalcı yaşamını yitirirken, emekçi yığınların terörize edilmesi, böylece işçi direnişlerinin hız kesmesi için olanaklar sağlandı. ANAP iktidarının içte terör ve baskıyı yoğunlaştırma politikası, gerek Kürt ulusal direnişine karşı Kürtleri topyekün potansiyel düşman ilan etme anlayışında, gerekse cezaevlerinde Mehmet Yalçınkaya ve Hüseyin Hüsnü Eroğlu'nun ölümüne yol açan yığınsal açlık grevine karşı uzlaşmaz tutum alışında çarpıcı bir biçimde ortaya çıktı. Bu sürece bir "dış faktör", Bulgaristan göçmenleri sorunu gelip eklenince ANAP iktidarı bakımından 26 Mart toplumsal psikolojisini bertaraf etmenin "altın fırsatı" doğdu. Ülkenin politik gündemi bir anda değişikliğe uğrayarak, güçlü bir şovenizm isterisi ile parlamentodaki tüm siyasi partilerin bu sorun etrafında bütünleşmesine yol açtı. Yurt ölçüsünde başta parlamentodaki siyasal partilerin işbirliğiyle "devlet mitingleri" düzenlenerek, TRT ağırlıklı olmak üzere tüm kitle iletişim araçlarının Bulgaristan göçmenleri sorunu etrafında, bu sözüm ona "milli dava" konusunda seferber edilmeleri ve olmaları güncel ekonomik ve politik istemlerin yığınların dikkatinden uzaklaştırılmasında güçlü bir kaldıraç oldu. Bir yandan baskı ve terörün yoğunlaştırılması, öte yandan toplumsal demagojiye elverişli bir sözüm ona "milli dava"nın yaratılması, politik süreçte ANAP'ın 26 Mart yerel seçimleri ertesinde elinden kaçırdığı inisiyatifi yeniden ele geçirmesinde etken oldu.

Görüldüğü gibi, bugün TBMM başkanlık seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçları, politik yaşamda esas itibariyle ilkbaharda gelişen süreçlerin akışının doğal uzantısı oluyor. Bu sonuçta elbette SHP'nin politikasını egemen güçlere güven vermeye dayandırması da önemli bir etken oluşturuyor. SHP Genel Başkanı E. İnönü ve Genel Sekreteri D. Baykal'ın izledikleri bu politika, ANAP yönetimine geniş manevra olanakları sağlayarak iktidarını sürdürmesinin koşulunu veriyor.

Bu tabloda eksikliği görülen, komünist hareketin sürece dolaysız müdahalesi. Bu müdahale, kimi çevrelerin sandığınca, her kapıyı açan maymuncuk gibi "yasal komünist partisi toplumsal zorunluluktur." söylemiyle olmuyor. Bu müdahale, komünist hareketin toplumsal muhalefetle kucaklaşabilecek ve onun sözcüsü olabilecek biçimde davranabilecek bir örgütlülüğünün sağlanmasıyla başarılabilir. Bu da, komünist hareketin böylesi bir örgütlülüğünün sağlanması görevini ön plana çıkarıyor. Yükselen toplumsal muhalefetin istemlerine yanıt verebilecek, geniş yığınların istemleri doğrultusunda seferber edilmesiyle iktidar için mücadeleyi daha bugünden yürütebilecek bir programatik anlayış etrafında, bu görevin gerektirdiği örgütsel yaklaşımı benimsemiş bir komünist örgütlülüğün biçimlendirilmesi, önümüzdeki süreçlerde komünistleri aktif ve sonuç belirleyici etken konumlarına yükseltebilir.

Cumhurbaşkanının T. Özal olup olmayacağı konusunda fal açmanın bir yararı yok. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 12 Eylül rejimi çerçevesinde gerçekleşeceği görülüyor. Bu durum önümüzdeki politik sürecin bunalıma gebeliğini sürdüreceğini gösteriyor. 1990'lara ülkemiz derin bir ekonomik ve politik bunalım burgacında ilerliyor. Bu konuda komünist harekette iki yaklaşım kendini belli ediyor: Bir yanda bunalım koşullarında kapitalizmi ve tekelci burjuvazinin egemenliğini ulusal mutabakat çerçevesinde istikrara kavuşturma anlayışı, diğer yanda bunalımdan devrimci bir çıkış yolu arayışı. 10 Eylül, bunalımdan devrimci bir çıkış yolu arayışında olanlarla birlikte. Bu birlikteliğin hem nicelik, hem de nitelik olarak büyümesi, yaşamın komünistlerden beklediği görevlerin yerine getirilmesinin güvencesi olacak.




Haydi, unutmayalım bu dayanışmayı

12 Eylül döneminin kanayan yaralan bitmek bilmiyor. Cezaevlerinde politik tutuklu ve hükümlülerin kamuoyuna dönük açıklamaları gazetelerde yine görülür oldu. Keyfi yönetimi alışkanlık haline getirmiş olan ANAP iktidarı cezaevlerine dönük hak-hukuk tanımaz tutumunu sürdürüyor. En temel insan ihtiyaçlarının bile karşılanmasına olanak tanımıyor. İşte bu koşullarda değişik siyasal eğilimlerden politik göçmenler, statü değiştirip politik tutukluluğu yeğliyorlar. 13 Eylül, 1989 günü TSİP Merkez Yönetim Kurulu üyelerinden Hüseyin Hasan Cebi ve Ekrem Çakıroğlu, 19 Eylül 1989 günü yine TSİP Merkez Yönetim Kurulu üyelerinden Tektaş Ağaoğlu, 22 Eylül 1989 günü ise TBKP Merkez Komitesi üyelerinden Mehmet Bozışık, Erdal Talu, Şeref Yıldız ve Ahmet Kardam, 6 politik göçmenle birlikte yurda dönerek tutuklandılar. Geçmişte yürüttükleri siyasal çalışmalar nedeniyle bugün tutuklanacaklarım bilerek yurda dönen bu politik göçmenler, kendilerini bekleyen cezaevi koşullarını bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar. Ancak yine de ülkelerinde, düşünce ve inançları doğrultusunda çalışma yapabilmek için bu koşullara katlanmak gerektiği kanısını taşıyorlar. Politik düşünce ve inançları doğrultusunda davranıyorlar. Tüm politik tutuklu ve hükümlüler gibi onların da özgürlüklerine kavuşmaları için mücadele günceldir.

Ancak politik göçmenler sorunu, sayıları on binleri aşan bir insan yığınını ilgilendiren bir sorundur. 12 Eylül koşullarında öncelikle can güvenliğinden yoksunluk ve siyasal faaliyetlerini sürdürebilmek için ülkelerinden göç etmek zorunda bırakılmış bu binlerce yurttaşımızın "teröre bulaşmış-bulaşmamış" ayrımıyla bölünmesi gibi, "politik tutukluluğu ve hükümlülüğü göze alanlar-almayanlar" biçiminde bölünmesi de, "yasal yollardan dönmek-dönmemek" anlayışı temelinde bölünmesi de sorunun çözümünü erteleyici ve sonuç alıcı olmayan bir yaklaşımdır. "Nasıl gittilerse öyle dönsünler" anlayışı nasıl politik göçmenlik sorununu yok sayıyorsa, aynı biçimde "bizim terörle ilgimiz yok biz gideriz, bunu göze alırız" "kahramanlığı" da aynı ölçüde sorunun özünü gözlerden kaçıncıdır.

Politik göçmenlik sorunu, esas olarak 12 Eylül rejiminden kaynaklanan bir sorundur ve nihai çözümüne bu rejime son verilerek ulaşılabilir. Ancak bu, tek tek politik göçmenlerin dönüşünün sorunun çözümü bakımından önemsiz ve yararsız olduğu anlamına gelmez. Dahası can güvenliği sorununun görece hafiflediği koşullarda politik göçmenlerin yığınsal geri dönüşleri de bu sorunun çözüme kavuşturulmasına katkıda bulunabilir. Çünkü şu anda politik göçmen durumunda olan ve sayılan binlerle ifade edilebilecek bir yığının topluca geri dönüşü koşullarında bunları "alacak" cezaevi, bugünkü hukuksal-siyasal koşullarda bile yoktur.

Herkesin anayurdunda yaşaması ve siyasal görüşleri doğrultusunda faaliyet yürütmesi en temel haklarından biridir. Yıllardır süren acıların dinmesi, kanayan politik göçmenlik yarasının kapanması, bunun yolu cezaevlerindeki binlerce politik tutuklu ve hükümlü için olduğu gibi sınırsız bir siyasal genel aftan geçmektedir. Ne ki bu sonucu zorlayacak yığınsal toplu dönüşlerin, cezaevlerindeki yığınsal açlık grevi vb. eylemler gibi önemli bir etken olduğu gözden kaçırılmamalı. Hiçbir hak insanlara lütuf olarak verilmedi, verilmeyecek. Politik göçmenler de bu sorunun çözülmesinde kendi tutum ve kararlılıklarıyla belirleyici etken olacaklar. Bu savaşımda yalnız olmadıkları açıktır. Onlarla dayanışma demokrasiden, insan haklarından, toplumsal ilerlemeden yana herkesin boyun borcudur. Bugün bireysel olarak ya da küçük gruplar halinde, yarın yığınsal ölçülerde anayurtlarına dönecek olan politik göçmenlerle dayanışma, günün ertelenmez görevidir.



Şili'de seçim

Şili KP, halk iktidarı uğrunda mücadele ile Aralık 1989'da yapılması beklenen genel seçimler arasında nesnel bir bağ bulunduğuna inanıyor. Faşist anayasa sistemi koşullarında yapılacak olan seçimin anti demokratik bir nitelik taşıdığını belirten ŞKP, buna rağmen komünistleri seçimlere aktif biçimde katılmaya çağırıyor. Şili komünistlerine göre kitle eylemleri, seçimleri diktatörlük ile demokrasi güçlerinin boy ölçüştüğü bir alan haline getirebi­lir. Bu yöntemle seçim sahtekârlıklarını önlemek, Pinochect'i ve Pinochetizmi yenmek, demokratik değişimin yolunu açmak da mümkün olabilir.




Sürgün, toplu kırım, halka kurşun:

İşte "Demokrasi"

2 Eylül 1989, Siirt’ten avukat Zübeyir Aydar ve Mehmet Ali Sevilgen sürgün edildi. Z. Aydar eski Siirt SHP il Başkanı, M. Ali Sevilgen eski SHP yöneticilerinden.

4 Eylül 1989, Siirt Kurtalan'dan Aydın Kilvan, Beşiri'den Emin Turhan, Ayşe Karabulut, Remziye Rüzgâr, Hasan Ertaş ve İzzetin Aksu sürgün edildi. Hepsi de SHP üyesi.

6 Eylül 1989, Tunceli'den Güneş inanç adlı bir mühendis sürüldü.

17 Eylül 1989, Mardin'in Silopi ilçesinde PKK'lı oldukları ileri sürülerek 6 köylü kolluk kuvvetlerince öldürüldü. Binlerce köylü Silopi'de hükümet konağını kuşatarak '"katilleri isteriz" diye haykırdı.

Olguların dili inkâr götürmez gerçekliği ifade ediyor. 30 yıllık bir aradan sonra Cudi dağında operasyon hazırlıkları çerçevesinde köy boşaltma biçiminde başlatılan ancak kamuoyunun gözünden kaçırılmak istenen fiili sürgünler, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'nce artık Türkiye ve dünya kamuoyuna resmen ilan ediliyor. Bu tutum, adeta tüm insanlığa karşı, onların en yüce bildikleri değerlere karşı bir savaş ilanı.

Yeşilyurt köylülerine "bok yedirme" mahkemesinin Ankara'da başlayacağı günlerin arifesinde ve geçen sayımızda yer alan Genelkurmay Başkanlığı açıklamasının ardından yapılan bu uygulamalara karşı yurtiçinden ve yurtdışından yükselen tepki karşısında 6 Eylül 1989'da içişleri Bakanlığı telefon emriyle "ikinci bir emre kadar" sürgünleri durdurdu. Ancak sürgün edilenlerin durumunda herhangi bir değişiklik olmadı. Yurtlarından, ocaklarından uzakta, süresi belirsiz sürgün cezalarını çekiyorlar. Hiçbir mahkemenin vermediği, hiçbir hukuka sığmayacak bu uygulama sözüm ona Olağanüstü Hal Yasası'na dayandırılıyor.

İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi'nin 13. maddesi "herkes herhangi bir devletin arazisi dahilinde serbestçe seyrüsefer ve ikamet eylemek hakkına haizdir." der. Ancak bu en temel insan hakkından ülkemizde söz etmek olanaksız duruma getirildi. İdarenin bu keyfi, hukuk tanımaz tutumu, doğaldır ki insan haklarıyla ilgili kuruluşların tepkisine yol açtı. Nitekim Uluslararası Af örgütü Türkiye Hükümeti'ne "acil başvuru"da bulundu. Başvuruda şöyle deniyor: "Daha önceki başvurularımıza yanıt alamadık. Şimdi kayıp köylülerden cesedi bulunan Osman Esendemir'in avukatı Zebeyr Aydar'ın bölge dışına sürüldüğü öğrenilmiştir. Olağanüstü yetkilerle donatılmış yasa uyarınca bölge dışına çıkarılan Zübeyr Aydar, Kasaplar Deresi olayında da etkin görev yüklenmişti. Bazıları SHP üyesi olan sürgünlerle ilgili olarak bilgi verilmesini dileriz".

Sürgün olaylarının sıcağı daha geçmeden çok daha korkunç bir olay dikkatleri bu kez Silopi'ye çekti. 17 Eylül günü öldürüldükleri açıklanan 9 PKK'lıdan 6'sının Derebaşı köylüsü olduğu ve herhangi bir silahlı çatışmaya katılmadıkları ortaya çıktı. 19 Eylül günü Derebaşı köylüleri "katilleri isteriz" diyerek kaymakamlık binasını bastılar. Köylüler, savcılığa yaptıkları başvuruda yakınlarının sırtlarından ve aynı hizadan vurularak öldürüldüklerini öne sürerek otopsi yapılmasını istediler. Fevzi Beyan, Sadun Beyan, Abbas Çiğdem, Reşit Eren, Münir Aydın ve Üzeyir Erik adlı köylülerin katillerinden hesap sorulmasını isteyen ve bunun için Kaymakam'la görüşmek isteyen köylülerin üzerine özel tim dipçikle gidip ateş açınca köylüler de buna taşla karşılık verdiler. Bir saat süren olaylarda 5 kişi yaralandı, 80 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanların bir bölümü daha sonra tutuklandı. Bu arada olayları izlemekte olan gazeteciler de dövüldü ve çektikleri filmler ellerinden alındı.

Görüldüğü gibi bu olaylar rastlantısal değil, sistemli bir ulusal baskı ve zulmün göstergesidir. İstanbul yada İzmir'de yaşayanlar yurtlarından sürgün edilmiyor. Konya'nın bir köyünde gece yolda yürüyenler kurşuna dizilmiyor. Bugün ülkemizde olağanüstü hal bölgesi ilan edilen Türkiye Kürdistan’ında bu son olaylar, bir kez daha en temel insan hakkının, yani yaşama hakkının Kürtlere tanınmak istenmediğini gösteriyor. Ulusların kendi yazgılarını özgürce belirleme hakkının insan hakları arasında sayıldığı günümüzde bu durum utanç vericidir. Dün Kasaplar Deresi, bugün Silopi’yi yarın... Yarın böylesi bir toplu katliamla karşılaşmamak için sınırlı da olsa ilk ağızda bugünden yapılabilecek olanlar vardır.

Olağanüstü hal uygulamasına derhal son verilmelidir! Sürgünler kaldırılmalı, sürgün edilenler yararına dönmelidir!

Toplu kırım suçluları ortaya çıkartılarak ağır biçimde cezalandırılmalıdır!

Halka kurşun sıkanlar hesap vermeli, gözaltındaki köylüler serbest bırakılmalıdır!

Ulusların kendi kaderlerini özgürce belirleme mücadelesinde olaylar bu somut hedefleri öne çıkarıyor. Tüm komünistler, yurtseverler, demokratlar, her şeyden önce bu açık insan haklan ihlallerine karşı etkin tutum içinde birlikte hareket etmelidirler.


İsmet Çakmak


Demir-Çelik işçileri

Mücadele ettiler ve kazandılar

Karabük ve İşdemir'de 24.000 demir-çelik işçisinin grevi 137. gününde sıra dışı bir biçimde sona erdi-erdirildi. Demir-çelik işçilerinin "bahar eylemleri" sırasında yükselen ve hiç düşmeden süregelen kararlılık ve aktiflikleri her türlü oyun girişimine karşı başarıyla sonuçlandı. Evet ANAP iktidarının ve onun işçi sendikası içindeki uzantılarının tüm oyunlarına, 12 Eylül hukukunun en temel sendikal haklan hiçe saymasına karşın demir-çelik işçileri gerek Türkiye Demir-Çelik İşletmeleri işvereninin MESS’ten ayrılarak sözleşme yapmak durumunda bırakılması bakımından gerekse kazanılan ücret ve sosyal haklar artışı bakımından, grevlerini başarılı bir biçimde noktaladılar.

Demir-çelik işçilerinin grevi birçok noktada öğretici derslerle dolu. Grevin bittiği bu günlerde bu noktaları kısaca şöyle sıralayabiliriz. Metalürji iş kolunda 1980 ertesinde işverenler kamu-özel ayrımını aşarak MESS içinde bütünleşir, toplu pazarlık sürecinde MESS' in dayatmacı ve azgın ilkeleriyle yer alırken, işçiler sendikal bölünmüşlük koşullarıyla katılmak zorunda bırakılmıştı, işkolundaki en büyük sendika olan Türk Metal'in yönetiminde egemen olan sınıf uzlaşmacı sendikacılık anlayışı nedeniyle MESS aldığı ilke kararlarını bütün bir iş koluna dayatma konusunda elverişli konumlar sağlıyordu. Nitekim 1988 ve 1989 toplu pazarlık süreçlerinde MESS-Türk Metal anlaşmaları işkolundaki diğer sendikalar bakımından da bağlayıcı olmuştu. Ancak özellikle kamu işyerlerindeki işçilerin toplu pazarlık görüşmelerinin tıkanmasıyla 1989 baharında yurt ölçüsünde giriştikleri, Türkiye tarihinin en geniş katılımlı, en uzun süreli ve en yığınsal eylemliliği sonucu kamu işyerlerinde geçtiğimiz yıllara oranla Türk-iş daha ileri haklar sağladı. Ne ki MESS işkoluna dayattığı koşulları, bağımsız Çelik-İş sendikasına da kabul ettirebileceğini sandı. Ancak bir kez eylemliliğin yükselmesiyle birlikte güçlerinin daha da iyi farkına varan demir-çelik işçileri, yaşamsal haklarını kazanabilmek için mücadele yolunda ilerleme kararlılıklarını sürdürdüler. Böylece "bahar eylemleri" boyunca işçi sınıfımızın dışa vuran mücadele azmi, demir-çelik işçilerince 137 gün boyunca taşınıp önce Türkiye Demir Çelik işletmelerinin MESS güdümünden çıkartılması ve olabildiğince yüksek hakların sağlanması sonucunu verdi. Böylece MESS' in işkolunda belirleyici konumları da önemli ölçüde sarsılarak işkolundaki diğer işçilere MESS dayatmalarını aşmanın olanaklılığı gösterildi.

Demir-çelik işçilerinin bağımsız Çelik-İş sendikasının grevi, Türk-İş'in ilk kez üyesi olmayan bir sendikayla ilişkisini doğurdu. Türk-İş Başkanlar Kurulu, demir-çelik işletmelerinde Çelik-İş üyelerinin yürüttüğü grevi kendi grevi olarak ilan etti ve grevci işçilerle dayanışmasını göstermek için Karabük'te bir miting düzenledi. Daha somut ve aktif dayanışma biçimlerinin gösterilememiş olmasına; karşın bu durum bile sendikal harekette ileriye doğru azımsanamayacak bir adımdır. Grevlerle dayanışma konusunda Petrol-iş üyelerinin KİPLAS’a karşı yığınsal greviyle dayanışma mitingden sonra Karabük mitingi ikinci olma özelliğini kazandı. Bu grev Çelik-iş içindeki netleşme bakımından da özel bir önem kazandı. Demir-çelik işçileri bu mücadele boyunca bir yandan iş kolunda birliğin önemini kavrarken, diğer yandan saflarındaki sınıf uzlaşmacılarını, işveren işbirlikçilerini daha net biçimde kavrama olanağını kazandı. İşbaşı sırasında bir işçinin söylediği gibi "sendikanın vermediği eğitimi işçiler grev sırasında aldılar".

Grev, demir-çelik işçileri için birçok bakımdan gerçek bir okul oldu. Nitekim demir-çelik işçileri grevleri boyunca "devlet baba"yı tanıdılar. Bu tanımada Ankara 5. İş Mahkemesi'nin, mahkemeye başvuru hakkı bile olmayanların istemi doğrultusunda nasıl grevi durdurma kararı verebildiğini, ANAP Hükümeti’nin bakanlarının yetkisiz kişilerle toplu sözleşme yapmaya kalkışıp bunu TRT'den ilan etmekten geri durmadıklarını gördüler. Bütün bunlar demir-çelik işçisinin yaşam deneyimleriyle elde ettiği bilgiler olarak onların bilincine yer etti.

Demir-çelik işçileri 2 yıllık grev ertelemelerini, MESS'in tüm dayatmacılığına, sendikalarının içindeki uzlaşmacı anlayışlara rağmen önemli bir mücadeleden birlik ve kararlılıklarıyla başarıyla çıktılar. Bu başarı, işkolundaki işçilerin ilkeli sendikal birliğinin örülmesiyle ve böylece MESS'in buyurman ve dayatmacı tutumunun asılmasıyla kalıcılaştırılabilinir.




Marchais ve Hawi görüştü

Paris'te bir araya gelen Fransız KP Genel Sekreteri Georges Marchais ile Lübnan KP Genel Sekreteri Corc Hawi, aşırı sağcı güçlerin Lübnan'da yarattığı acı durumu çeşitli yönleriyle irdelediler. Corc Hawi, Lübnan'ın karşısında duran sorunların politik çözümü için tek bir yol olduğunu söyledi: Cemaat esasına dayanmayan demokratik projenin kararlı biçimde uygulanması ve köklü bir anayasa reformuna gidilmesi. Georges Marchais, Fransız komünistlerinin, topçu ateşine tutulan Lübnan halkı ve LKP ile dayanışma içinde olduklarını vurguladı. Her iki lider, partiler arasındaki dostluk ve işbirliğini güçlendirme sözü verdi.




Av. Gıyasettin Subaşı:

“Aslolan Anayasa ve Yasanın değiştirilmesi”

Soru: Çelik-iş grevi boyunca iktidar tarafından yapılan çeşitli müdahaleleri: grev ertelemesini, toplu sözleşme dışında yeni bir zorunlu arabuluculuk sistemi dayatmayı, grevi ihtiyati tedbir kararıyla durdurmaya çalışmayı ve son olarak da oldukça şaibeli bir anlaşmayla greve son verilmesini sağlamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yanıt: Öncelikle şunu söyleyeyim ki, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 54. maddesi olduğu sürece bu tür müdahalelerin her zaman yapılması mümkün. Çünkü maddede yer alan "milli serveti tahrip etme" kavramını her yerde, her zaman kullanabilirsiniz ve sözleşmeyi YHK'ya, yani zorunlu talikime götürebilirsiniz.

İşte Çelik-İş grevinde İş Mahkemesi' nin verdiği karar da Anayasa kaynaklı böyle bir yasa maddesine dayanıyor. Mahkeme 2822 sayılı Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt Yasası'nın 47. maddesindeki hükme bakarak, grevin "iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek tarzda" kullanıldığı savıyla ihtiyati tedbir karan ile grevin durdurulmasına olanak veriyor.

Soru: Şimdi böyle bir hak yasada var. Ama örneğimizde bu hakkın yetkili işveren sendikası MESS'in dışında, Demir-Çelik işletmeleri yetkililerince kullanılması ve dolayısıyla ihtiyati tedbir kararının usulen sakat, olması söz konusu. Yetkisiz tarafın başvurusuna rağmen böyle bir kararın alınması ister istemez, yargıç bağımsızlığının siyasi iktidarın baskısı ile zedelenip zedelenmediği sorusunu akla getiriyor...

Yanıt: işte burada toplum çıkan, iyi niyet kuralı, milli servete zararın kıstasını kimin belirleyeceği sorusu önem kazanıyor. Kıstas nerede? Bunlar tümüyle öznel değerlenmeye müsait kavramlar. İşte mahkeme de bu noktada kendine göre yorumlamış bir karar almış. Yani sence önemli olan şu: Anayasa'nın 54. maddesi, yasanın 47. maddesi bu hakları verdiği sürece böylesi mahkeme kararlarının verilmesi her zaman mümkün. Bunun bir engeli yok. Aslolan, Anayasa'nın ve yasanın değiştirilmesi. Şimdi, Anayasa, yasalar, mantık olarak bir kez müdahale olanağı, cesaret verdi mi, müdahale yasada olmasa bile her alana sıçrar. İşte varılan son anlaşma...

Uyuşmazlığın her iki tarafı açısından da yetkisiz kişiler arasında varılan bu anlaşma toplu sözleşme niteliğinde bile değil. Böyle bir sözleşme yok. Yani şimdi ben gidip herhangi bir sendikanın toplu sözleşmesine imza atsam, o sözleşme ne kadar geçerli olursa; bu sözleşme de o kadar geçerli.

Soru: İktidarın grevlere müdahalesi yeni bir olgu değil. Özellikle kamu sözleşmelerinde, Seydişehir Alüminyum'da fabrikayı kapatmakla tehdit etmişti. SEKA Grevi'nde aynı tehditlere bir de kâğıt ithalinde tanınan kolaylıklar eklendi. Ancak bugün demir-çelik grevinde bu baskılar hem fiili, hem de hukuki olarak görülmemiş bir boyutta yaşandı. Sizce nedenleri neler?

Yanıt: Tabii ki, metal sanayii, çelik sanayii bir ülkenin ana damarı. İnşaat sektörü buna bağlı, makine sektörü buna bağlı, bütün sektörler buna bağlı. Grevi erteleme kararından vazgeçmesi, insanda birilerine çıkar mı sağlanacak diye birtakım sorular uyandırıyor.

Bugün varılan anlaşmaya baktığımızda sendikanın son istemleri ile elde edilenler arasında pek fark olmadığını görüyoruz. Bu arada, depolarda bekleyen hurda demirler piyasaya sürüldü, gümrüksüz demir-çelik ithal edildi; bir sürü insan bunlardan büyük paralar kazandı. Hem de, demircilerin ifadesiyle, çatlak ve ne makine imalinde, ne de inşaatlarda kullanılması mümkün olmayan demirlerle... Tabii demir-çelik işletmelerinin devre dışı bırakılmasıyla, kalite kontrolü de devre dışı bırakılıyor ve sonuç da bu oluyor...

Aslında, demokratik hukuk normlarının yerleşmiş olduğu Batı ülkelerinde grevlere herhangi bir şekilde müdahale etmek diye bir şey söz konusu değil. Bizde ise bir norm boşluğu var, hukuk boşluğu var. Çünkü sendikacılık çok yeni. Hiçbir Batı Avrupa ülkesinde zorunlu tahkim diye bir kurum yok. Bizde iki ay grev yapıyorsunuz, bir çırpıda durdurup sizi Yüksek Hakem Kurulu'na gönderebiliyorlar. Kurumun oluşumu tamamen iktidarın denetiminde. Ağızlarından çıkan toplu sözleşme oluyor.

Bu nedenle, öncelikle Anayasanın ilgili maddelerinin, yasa maddelerinin değişmesi lazım ki, bu tür antidemokratik uygulamaların önüne geçilebilsin.

Soru: Yasalarda yıllardır var bu haklar. Ama özellikle bu yıl ve yine özellikle Nisan eylemlerinden sonra daha açık kullanılmaya başlandı. Çelik-İş grevine defalarca müdahale edildi, Et Balık Kurumunda grev ertelemesine gidildi...

Yanıt: 12 Eylül'den sonra sendikalar, sendikacılar bir şok yaşadılar. Yeniden toparlanıp kadrolaşma, yedi yıla yakın bir zaman aldı. Yedi yıl sonra insanlar, ekonomik baskıların ağırlığının da etkisiyle yeniden harekete geçtiler. En azından haklarını alma gibi bir girişime yöneldiler. Çünkü 1983-84'e kadar normal toplu pazarlık usulü zaten yoktu. Yüksek Hakem Kurulu yaptı sözleşmeleri. Ama ileriye değil, geriye götürerek. Kısıtlı yasalarla da olsa toplu pazarlık dönemi yeniden başlayınca işçiler kaybetmiş oldukları haklan yeniden kazanmak istediler. Ekonomik koşullarının da zorlamasıyla daha direngen bir duruma geldiler. Daha aktif bir mücadele içine girdiler.

İktidar ve işverenler de, 12 Eylül mantığının bir devamı olarak bunu zorla, çeşitli engellerle nasıl durdurabiliriz hesabı yapmaya başladılar. Bu, olayın bir yönü. Diğer yönü ise, çeşitli yasal ve fiili kolaylıklarla yeni vurgunların yollarının acıması. Grevlere, işçi hareketine bu kadar doğrudan ve çeşitli yöntemlerle yapılan müdahalelerin başka bir açıklaması yok. Grevi durdur, ertele, kaldır, sonra izin ver ama tekrar zorunlu tahkimi dayatmaya çalış, tarafları devre dışı bırakmaya çalış, hukuki olmayan sözleşmeler yap... Yasalar böyle, iktidar da kullanıyor. Ancak işçiler de bunları aşmanın bilincine ulaşıyor, yollarını buluyor.



Et-Balık Kurumu Grevi'ne de erteleme

Bakanlar Kurulu, Hak-İş'e bağlı Öz Gıda-İş Sendikası'nın örgütlü bulunduğu Et-Balık Kurumu işyerlerinde 8 Eylül'de başlaması gereken grevi 60 gün süreyle ertelendi.

Özal Hükümeti, demir-çelik grevinden sonra aldığı bu ikinci grev erteleme kararını, bu kez 2822 sayılı TSGLK'nın 33. maddesindeki "genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu olması" gerekçesine dayandırdı.

35 ildeki 40 işyerinde çalışan 5760 işçiyi etkileyen grev erteleme kararı, işçilerin çeşitli eylemleriyle protesto edildi. Ankara'daki EBK işyerlerinde çalışan işçiler, sendika önünden EBK Genel Müdürlüğü'ne dek tempolu alkışlarla yürüyerek "kanlı gömlek" eylemini gerçekleştirdiler. Grev gözcüsü önlüklerini kanlarıyla boyayıp ekmeğe saran işçiler, erteleme kararında imzası bulunan Başbakan Özal ve Bakanlara gönderdiler.

Yasaya göre, erteleme süresinin sona erdiği tarihte, taraflar arasında anlaşma sağlanamamışsa sözleşme Yüksek Hakem Kurulu'nca bağıtlanacak. Görüldüğü gibi, yıllardır "biz grev erteleme hakkımızı şimdiye dek hiç kullanmadık" demagojisi yapan Özal Hükümeti, işçi hareketinin önlenemez yükselişi karşısında son çareyi, peş peşe aldığı antidemokratik kararlarla grevleri engellemekte; bir zorunlu tahkim kurumu olan Yüksek Hakem Kurulu'nu devreye sokmakta arıyor. Oysa mücadele eden kazanıyor. Demir-çelik işçileri yemek boykotları, toplu viziteler, fazla mesaiye kalmama gibi çeşitli eylemlerle erteleme kararını geri aldırmış son yılların en anlamlı grev mücadelelerinden birini vermişti. Sıra Et-Balık Kurumu işçilerinde.




Basın Açıklaması:

"İlerici basın üzerindeki baskıların bir uzantısı olarak.."

İlerici, devrimci basın üzerindeki baskıların bir uzantısı olarak yayın hayatına yeni başlayan dergimiz 10 Eylül de toplatıldı. 18 Eylül günü dergi bürosuna gelen basın bürosuna bağlı polisler bürodaki ve daha sonra da dağıtımcıdaki 10 Eylül dergilerine el koydular. Toplatma kararına gerekçe gösterilen dört yazı TCY'nin 142. maddesine aykırı bulunarak dergi sahibi ve yazı işleri müdürü Ali Saim Tekin ifade vermek üzere DGM Savcılığı'na davet edildi. Ali Saim Tekin "Barış Savaşımında Türkiyeli Olmak", Kemal Bilgi "Program Sorunu Üzerine (1)" adlı yazıları ile Sosyalistlerin Kuruçeşme Toplantısı'nda sundukları tebliğleri dergimizde de yayımlanan Baykal Gürsoy ve Orhan İyiler'in tebliğleri ile "komünizm propagandası" yaptıkları öne sürülüyor.

Dergimizde tebliğinin yayınlanması için izin veren konuk yazarlardan Orhan İyiler' in suç unsuru "aranan" yazısında da vurguladığı gibi, "yalnızca ANAP döneminde yani sözde sivil demokratik yönetimin başladığından bu yana 5.5 yılda 458 yayının toplatıldığı, 368 yayın için müsadere ve imha kararı verildiği, 39 sol kitabın yakıldığı, bu yakma buyruğunu veren generalin parlamentoda önemli bir komisyonun başında tüm etkinliğini sürdürdüğü, 40 ton kitabın daha yakılmak için bekletildiği, 2792 yazar, çevirmen ve gazetecinin bunca kısacık sürede yargılanıp 2000 yılını aşkın hapis cezalarının verildiği, şu satırları yazdığım sırada 26 yazı işleri müdürünün cezaevlerinde tutuklu bulunduğu bir ülkede..." böylesi antidemokratik bir toplatma kararını anlaşılmaz bulmuyorum. Onlar dergileri, gazeteleri, kitapları toplayacak, yakacak... Yazarları, çevirmenleri, gazetecileri, yazı işleri müdürlerini gözaltılarından, işkencehanelerden geçirecek cezaevlerinde çürütmeye çalışacak... Ama dergiler, gazeteler, kitaplar yine çıkıyor, yine çıkacak... 10 Eylül de yayın hayatına anlamlı bir başlangıç yaptı. Yayınını daha da kararlı bir biçimde sürdürecek.

Ali Saim Tekin 10 Eylül Dergisi Sahibi ve Yazı işleri Müdürü


Volodia Teitelboim Şili KP Genel Sekreteri seçildi

Gizlilik koşullarında toplanan ŞKP 15. Kongresi Volodia Teitelboim'i Genel Sekreterliğe seçti 1916 yılında Chillan'da doğan Volodia Teitelboim Şili Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.. ŞKP’ne 1932'de katılarak Şili Komünist Gençlik Örgütü’nün Sekretaryasında çalıştı. ŞKP'nin gazetesi El Siglo'nun kuruluş çalışmalarında yer aldı, daha sonra gazetenin genel yayın yönetmen yardımcısı oldu.

1945 yılında Merkez Komitesi'ne, 1950'de MK Politik Komisyonu'na seçilen Volodia Teitelboim bu dönemde birçok kez tutuklandı.

1961'de Ulusal Meclis'e seçilen Teitelboim 1965-1973 yılları arasında Senato üyesiydi. 1973 darbesinden sonra sürgünde Şili halkının antifaşist mücadelesini örgütlemek için aktif olarak çalışt Uluslararası forumlarda ve kardeş partilerin kongrelerinde ŞKP'yi temsil etti. 1987'de gizlice Şili'ye gitti ve aylarca ŞKP önderliğinin pratik çalışmaların katıldı.

Ünlü bir yazar olan Volodia Teitelboim'in birçok kitabı diğer dillere çevrilmiştir. Güherçile Çocuğu Kumdaki Tohum ve Neruda başlıca kitapları arasındadır.




Havana toplantısı

Bulgaristan, Çekoslovakya, Demokratik Almanya, Kore, Küba, Laos, Macaristan, Moğolistan, Polonya, Romanya, Sovyetler Birliği ve Vietnam komünist ve işçi partilerinin örgütsel çalışmalardan sorumlu merkez komite sekreterleri Havana'da toplandı. Partinin bileşimiyle öncü rolü arasındaki kopmaz bağa işaret eden sekreterler, her ülkenin özgül koşullarında partilerinin çalışma tarzım düzeltmek için neler yapılabileceğini ele aldılar. Parti yaşamının daha da demokratikleştirilmesi, disiplinin arttırılması, yığın bağlarının güçlendirilmesi ve temel örgütlerin pekiştirilmesi üzerinde durdular. Sekreterler, parti üyelerinin pratik çalışmalarıyla ortaya koyacakları örneğin yığınların saygısını kazanmada belirleyici bir rol oynayacağını vurguladılar.