10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 3 Kasım 1989 Yaşayarak yaratılan tarih üzerine

Yaşayarak yaratılan tarih üzerine

Ahmet Şahin

Komünist ve işçi hareketinin ilk yazımda tanımladığım çerçevedeki tarihi üzerine yazmak istiyordum. Ne ki, TKP'nin 1973 atılımıyla açılan döneme ilişkin tartışmaların yoğunlaşması, bu isteğimin önemli ölçüde sapmasına yol açtı. Buna son verebilmek için, aslında her biri üzerinde ayrıntılı biçimde durulması gereken birkaç konuyu bir arada ele almak istiyorum. Bu konuların önümüzdeki süreçte çok daha ayrıntılı bir biçimde irdeleneceğini biliyor ve bu tartışmaya yeniden katılacağımı düşünüyorum.

TKP'nin 1973 atılımıyla açılan süreçte yönetici konumda yer alan H. Kutlu, yeni parti anlayışı çerçevesinde, parti tarihine ilişkin görüşlerini "yeniden" kaleme alıyor. Bu kaleme alışta her zaman, gerçeği yansıttığını söylemek oldukça zor. Geçen yazımda bir noktaya değinmiştim. Bu yazımda da bir başka noktaya yine 1 kısaca değineceğim. "Gördük ki TKP'nin geçmiş hiçbir yönetimi ve yöneticisini karalamak, yok saymak, hain, provokatör olarak nitelemek için haklı ve inandırıcı bir neden ve gerekçe orta yerde yoktur. Hiçbir yönetim marksizm-leninizmden sapmış değildir. Hatalar, çok büyük hatalar vardır, ama bu başka bir konudur." (Yeni Açılım, s.: 13, sf.: 11). Yani, en çarpıcıları olduğu için söylüyorum, TKP örgütünü gönüllü olarak polise teslim eden Vedat Nedim Tör'ler, Şevket Süreyya Aydemirler vb. karalanmamak, yok sayılmamalı, hain, provokatör olarak nitelenmemeli, onlar da Marksizm-Leninizm'den sapmış değiller, "çok büyük hatalar" yapmışlar. Ayrıca H. Kutlu, 5. Kongre'nin kimi Merkez Komitesi üyeleri için aldığı kararı unutmuş olamaz. Ulvi Oğuz, Toplumsal Kurtuluş'la yayımlanan kısa yazısında bunu hatırlatıyor. Daha da hatırlatacaklar ve hatırlanacaklardan başka. O zaman ciddi, olmak gerekir, insanlar bir tarihi yalnızca kitaptan ya da yazılanlardan öğrenmediler, onu yaşayarak yaratıp yazdılar.

İşte bu yazımda özellikle 'TKP'nin 1973 atılımıyla girilen dönemde, tarihi, yaşayarak yaratılan yanıyla ele almak istiyorum. Kısaca "Fabrikalar kalelerimizdir" belgisini, "TKP'ye Özgürlük!" çabalarını ve "politikanın olmadığı" dönemde yürütülen kimi politik kampanyaları kısaca irdelemek istiyorum.

Türkiye komünist ve işçi hareketinin 70 yıllık tarihi boyunca komünist hareket ile işçi hareketini tek bir kanalda birleştirme çabası her zaman başat bir yer tutmuştur. 1963-1970 sürecinde Türkiye İşçi Partisi'nin çalışmaları boyunca geniş yığınların sosyalizmle temasa gelmelerinin ardından başlayan genişlemesine derinlemesine örgütlenme tartışmaları, bir bakıma, işçi hareketi içinde sağlam dayanaklar oluşturmayla da bağlıydı. Ne ki bu dönemdeki kimi popülist ve uvriyerist anlayışlar, işçi hareketiyle bütünleşmeyi, daha çok sendikalar ve özellikle sendika yönetimleri çerçevesinde ele almakla, komünist ve işçi hareketi içinde izleri günümüze dek süregelen bir olumsuzluğa da yolaçtı. Nitekim bu çerçevede komünist hareket ile işçi hareketinin kaynaştırılması sorunu, komünist hareketin sendika yönetimlerini etkileme-denetleme düzeyi gibi çarpık bir biçimde algılanır oldu. Komünist hareketin fabrikalarda doğrudan örgütlenmesi, işçilerin doğal önderliğinin bu örgütlenmeye kazanılması ve böylece işçilerin çoğunluğunun politik eyleminin yönlendirilebilir olması gereği göz ardı edildi. Sendika yönetimleri eliyle işyeri temsilciliklerine kadar uzanma, bu temsilcilikleri işçilerin doğal önderliğiyle bağlı olsun-olmasın politik olarak kazanma biçimindeki tutum, politik hareketin çoğu kez fabrika kitlesinden kopmasına, dahası böylece belirlenmiş politik önderliğin de sendikal işlevlerle sınırlı bırakılmasında etken oldu.

12 Mart'ı izleyen dönemde sendika yönetimlerini kazanmayı hedef alma anlayışı, hemen hemen, her gelenekten örgüt ve çevre bakımından ağırlığını korudu. İşte bir belgi düzeyinde "Fabrikalar kalelerimizdir" belgisi bu bağlamda özel bir önem ve anlam taşıyordu.Ne yazık ki bu doğru belgiyi yükselten TKP de, pratiğinde buna uygun davranmayı büyük ölçüde gerçekleştiremedi.

Bugün sendikal alanda görülen "çağdaş, demokratik, güçlü" söylemli sendikal anlayışların "sınıf sendikacılığı" ayağından kopmasında olduğu gibi, "devrimci sendikacılık" söylemli sendikal anlayışların "kitle sendikacılığı" ayağından kopmasında da, 1973-1980 döneminde sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerinin doğru bir biçimde uygulanıp, sendikal alanda oturtulamaması neden olmuştur.

İşçi hareketine sendika yönetimleri kanalıyla yukarıdan aşağıya et"ki, 12 Mart'ı izleyen süreçte de belirleyici oldu. Bu da komünist hareket ile işçi hareketinin fabrikalar bazında geri döndürülemez bir biçimde kaynaştırılmasının önündeki ana engeli oluşturdu. Nitekim bu süreçte kimi fabrikalarda komünist işçi önderliklerinin oluşması bir ölçüde sağlandıysa da, gerçekle daha çok tek tek komünist işçiler kazanıldı, bu işçilerin fabrika önderliğini üstlenebilecek düzeye gelmeleri başarılamadı. Dahası bir bütün olarak komünist hareket ile işçi hareketi kaynaştırılamadı. Sendika yönetimlerini ele geçirme yarışı içinde, değişik sol örgüt ve çevreler arasındaki sürtüşmeler, fabrikalar düzeyinde de öncü işçilerin birleştirilememesine yol açtı. Bu ise, bir yandan tek tek fabrikalar düzeyinde kalıcı ve sağlam önderliklerin oluşturulamamasında, öte yandan geniş işçi kesimiyle önderlik arasındaki kopuklukta temel etken oldu. Öte yandan Türkiye sendikal hareketinde ilk kez gündeme gelen sınıf ve kille sendikacılığı ilkelerinin uygulaması adı altında en anti-demokratik yöntemlere, seçilmiş yöneticilerin yalnızca politik rekabet nedeniyle görevden alınmasından, "birleştirme" adına dar politik hesaplara girişilmesine kadar yanlış uygulamalara başvurulmaktan geri durulmaması, yalnızca sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışına zarar vermekle kalmadı, daha da önemlisi fabrikalar bazında işçilerin sendikal eyleme bile güvensizliğinin gelişmesinde etken oldu. Bugün sendikal alanda görülen "çağdaş, demokratik, güçlü" söylemli sendikal anlayışların "sınıf sendikacılığı" ayağından kopmasında olduğu gibi, "devrimci sendikacılık" söylemli sendikal anlayışların "kitle sendikacılığı" ayağından kopmasında da, 1973-1980 döneminde sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerinin doğru bir biçimde uygulanıp, sendikal alanda oturtulamaması neden olmuştur.

Ancak bütünüyle baktığımızda "Fabrikalar kalelerimizdir" belgisinin ortaya atılması, komünist hareket ile işçi hareketinin kaynaştırılması sorununun yeniden irdelenmesinde ve yanlış anlayışlardan kurtulma yolunda en azından düşünsel temelde adımlar atılmasında etken olmuştur. TKP'nin henüz sendikal etkiden tam anlamıyla kurtulmuş olmasa da fabrika örgütlerine yönelmesi bu belgiyle doğrudan bağlıdır. Yine de bu belgi doğrultusundaki hareketin eksiksiz biçimde yaşama geçirilememesi, komünist hareketin fabrika bazında işlevli politik yapılar kuramaması, bu yapılar aracılığıyla işçilerin politik eylemini yönlendirir olamaması sonucunu vermiştir. İşçi sınıfının politik eylemi ile sendikal eyleminin bütünleştirilmesi, yanlış bir kavrayışla fabrikalarda komünist öncüleri sendikal eylem düzeyinde tutmaya yolaçmıştır. Bugün komünist hareket ile işçi hareketinin kaynaştırılması sorununun çözümünü ararken, dünün bu deneyimlerinden ders çıkartmalı, "Fabrikalar kalelerimizdir" belgisinin derin anlamını kavramaya çalışmalıyız. Elbette bugün fabrikalarda var olan komünist ve komünizm sempatizanı işçiler, yıllar içindeki çalışmaların birer kazanımıdır; bu kazanımı bugün doğru bir anlayışla değerlendirmek sonucu belirleyici olacaktır.

Komünist hareket ile işçi hareketinin birleştirilmesi süreci, elbette tek başına akmış ya da akabilecek bir süreç değildi, olamaz. Nitekim 12 Mart ertesinde genel işçi ve demokrasi hareketindeki yükseliş bunun temelini oluşturuyordu. 12 Mart döneminin karanlığından çıkışta görülen ilk işçi eylemlerinin 1974 Kıbrıs Harekatı'yla bir ölçüde kesintiye uğramasının ardından, şimdi kimi çevrelerce "politikanın olmadığı" diye nitelenen dönemde 1975'ten başlayarak İzmir ve İstanbul'da işçilerin yoğun olarak katıldıkları "Demokratik Hak ve Özgürlükler Mitingleri" gerçekleştiriliyor, "Şili Halkıyla Dayanışma" kampanyası çerçevesinde uluslararası dayanışma duygusu geliştiriliyordu. 1976'dan başlayarak kutlanan 1 Mayıs'lar, birer politik gösteri halini alarak işçi hareketinin komünist hareketle kaynaşmasında önemli bir etken oluyordu. 1976 Eylülü'nde gerçekleştirilen ve parlamento içi-dışı muhalefetin ülkemizdeki ilk politik başarısı olan "DGM'ye Hayır" kampanyası, doğrudan işçi sınıfımızın politik öncülüğünün somut bir ifadesi oldu. MESS direnişleri-ve bu direnişlerle dayanışma kampanyaları, bu kampanyalar boyunca değişik emekçi sınıf ve katmanlar arasında sağlanan birliktelik, "MC'ye Hayır" kampanyaları, 1977 Haziran seçimlerinde komünist ve işçi hareketinin ülke ölçeğinde dikkate alınır bir güç olmasında köşe taşları oldular. Elbette bu süreçte komünist hareketin politik taktiklerinin her zaman doğru olduğunu, politik arenadaki güçleri, güçler oranını doğru saptadığını söylemek istemiyorum. Ancak bu hatalardan bağımsız olarak, politik yığın eylemindeki yükseliş, işçi hareketi ile komünist hareketin tek bir kanalda akması için elverişli nesnel zemini oluşturuyordu. Buna işaret etmek istiyorum. Aynı biçimde, Mart 1978'de TKP Programı'nın legal olarak yayımlanması, 1 Mayıs 1978 gösterilerinde "TKP Program Davası"yla ilgili Anayasa Mahkemesi'ne başvuru ve gelişen ulusal- uluslararası dayanışma, bu kaynaşma süreciyle de birlikte komünist hareketin yarı-legal konumlara doğru yükselmesinde, işçi sınıfının değişik politik partileri arasında eylem birliği ve politik birlik süreçlerinin başlamasında belirleyici olmuştur. Can güvenliği* istemiyle değişik siyasal örgüt ve çevrelerce başlatılan kampanyalara "MHP ÜGD Kapatılsın, Faşist Yuvalar Dağıtılsın" temel belgisiyle katılınması, "Pershing II ve Cruise Füzelerine Hayır" kampanyası vb., Tariş Direnişi ve MESS direnişiyle birlikte işçi hareketinin gerici faşist baskılara başkaldırışı Kemal Türkler'in faşistlerce katledilmesinin ardından 1 milyon kişinin katılımıyla ülke ölçüsünde sıkıyönetim koşullarında gerçekleştirilen genel direniş, komünist hareket ile işçi hareketinin tek bir kanalda akmaya doğru ilerleyişinin somut göstergeleri oluyordu.

Bu sürecin daha ayrıntılı incelenmesi, sınıf savaşımı eğrisinin dönemsel olarak analiz edilmesi, Ecevit Hükümetleri döneminde işçi hareketinde görülen belirgin düşüşün nedenlerinin daha net biçimde ortaya konması, değişik sol örgüt ve çevrelerin ortak eylemler gerçekleştirmek yerine rekabetçi bir tutum takınmaları, hepsinden önemlisi de yaşanan süreçte doğru bir ideolojik-politik önderliği gerçekleştirecek Leninci bir partinin oluşturulamaması, değişik sol örgüt ve çevrelerce saptanan politik taktikler ve yürütülen mücadele vb. bütün bunlar, bugün daha nesnel olarak irdelenebilecek ve irdelenmesi gereken konular olarak önümüzde duruyor. Ancak unutulmaması gereken şu: Komünist ve işçi hareketimizin 70 yıllık tarihi derken "nostaljik" bir şeyden söz etmiyoruz; etiyle kanıyla bu deneyimleri taşıyan insanlardan, onların deneyimlerinden, bilgilerinden hareket ediyoruz. Onların bu süreci değerlendirmesinin belirleyici olduğunu düşünüyoruz. Güç kaynağı olarak bunu görüyoruz; komünist harekette yeni bir kuşak kopukluğunun kimilerince bilinçli bir biçimde yaratılmak istenmesine karşı konması gerektiğini düşünüyoruz.