10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 4 Aralık 1989 İnsanlık tarihinde yıldızın parlamadığı anlar

İnsanlık tarihinde yıldızın parlamadığı anlar

Osman Yücel - Erhan Can

Osman Yücel ve Erhan Can, bu yazılarında dünya komünist hareketinde neler olduğunu inceliyorlar, bundan sonraki yazılarında ise neden olduğunu ele alacaklarını belirtiyorlar. Yücel ve Can, dünya komünist hareketinde yıldızın parlamadığı anlardan birinin yaşandığı saptamasını yapıyorlar. Bu saptamanın dayandığı olayları ekonomik, politik ve ideolojik savaşım alanında sorguluyorlar. Her üç alanda da dünya komünist hareketinin ve özellikle sosyalist ülkelerdeki uygulamaların birer geri adım, sağa kayış olduğu yargısına varıyorlar. Yeni ekonomik reformları, yeni politik kültürü ve yeni düşünceyi bütünsel olarak değerlendirdikten sonra önde duran göreve işaret ediyorlar.

Ünlü yazar Stefan Zweig, insanlığın gelişmesindeki en önemli -kuşkusuz kendi değerlendirmesine göre en önemli atılımları aynntılı bir biçimde anlattığı kitabına; "İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar" adını vermişti. Gerçekten de insanlığın gelişmesinde böylesine önemli dönüm noktaları ve atılım dönemleri olmuştur, olmaya da devam edecektir. Ama tüm insanlık tarihi bunlardan ibaret değildir. Dün­yamız Ortaçağ karanlığını da, Nazizm çılgınlığını da yaşamıştır. Toplumsal ilerlemenin böylece gelişmesi, tam da bizim tarihe maddeci yaklaşımımızın doğruluğunu göstermektedir: Nicelik birikimlerini izleyen nitelik sıçramaları, zigzaglar, geri dönüşler, durgunluk dönemleri... Ve ama genel olarak daha yeniye, daha karmaşığa, daha iyiye doğru sarmal gelişme.

İnsanlığın ilerleme perspektifi, çağımızda nite­liksel olarak belirleyici oranda dünya komünist har­eketinin, onunla bağlı olarak dünya devrimci hare­ketinin durumuna bağlıdır. Bu, çağımız açısından, genel tarihsel planda doğru olmakla birlikte; bugünün nesnelliği açısından, insanlığın gelişme­siyle komünist hareketin gelişmesinin tam olarak örtüşmediği de bir gerçek. Yani komünist hareketin gelişme ivmesiyle insanlığın gelişme ivmesi bire bir çakışmıyor. Ancak bu çakışma tam olmasa da, biz, belki biraz da öznelci bir yaklaşımla, dünyada yıldızın parladığı anlarla komünist hareketin yıldızı­nın parladığı anları tarihsel anlamda özdeşleştirmek istiyoruz. Bu nedenle, yazının başlığı insanlık tari­hiyle ilgiliyken, içinde komünist hareketin kimi güncel sorunları ele alınmaya çalışılacak. Bu özdeşleştirmeye katılınmasa bile, toplumsal bir hareket olarak komünist hareketin de toplumsal geliş­me yasalarına tabi olduğu herkesçe kabul edileceğinden, onun da yıldızının parladığı ya da parlamadığı anların olduğu gerçeğine karşı çıkılmayacaktır.

Bunlardan söz etmemizin nedeni, gelişmeyi doğrusal bir çizgide görme eğilimine kapılan bu eğilime kapılmak kolaydır çünkü gelişmeyi açıklamanın en yalın, en karmaşık olmayan, düşünceyi en rahatlatan yolu budur, ama ne yazık ki doğru değildir ve yaşamın canlılığı içinde bu anlayışın karşılığını bulamayan insanlarımızın umutsuzluğa, inançsızlığa kapılmalarını, umutları ve inançları sarsıldığı için de mücadeleden uzak düşmelerini engelleyebilmek için elimizden geleni yapma arzumuzdur. Bunun için, öncelikle, dünya komünist hareketinde yıldızın parlamadığı anlardan birini yaşadığımızı belirterek başlamak istiyoruz. Yani bir anlamda analizler sonunda açıklamamız gereken saptamayı başa yazarak okuyucunun silkinmesini sağlamak istiyoruz. Bu silkinmeyle kazanılacak diriliğin giderek inanç ve umuda, hatta güvene dönüşeceğini düşünüyoruz.

Ana Saptama

Başta sosyalist ülkelerde olmak üzere ve büyük oranda buna bağlı biçimde tüm komünist hareket içinde başdöndürücü hızda değişmeler oluyor. Üstelik iletişim araçlarının günümüzde ulaştıkları gelişmişliğe bağlı olarak, olup bitenler hemen hemen anında tüm dünyada izlenebiliyor. Ülkemiz de bu olgunun dışında değil. Bu nedenle olayları tek tek saymayı gereksiz buluyoruz. Kamuoyu bu gelişmeleri hem yazılı basından, hem de TV'de günü gününe izliyor. Zaten saymaya kalksak da, yazımız elinize geçene dek birçok yeni olay gelişebileceğinden, söz ettiğimiz olaylar eskimiş bulunacaktır. Bu yazımızda daha çok güncel olayların ana doğrultularını ele almaya ve bütünsel bir yorum getirmeye çalışacağız.

Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de, komünistler gelişmeleri sıcak bir biçimde büyük bir merakla izlerken, gözlerinin önünden akıp giden tarih şeridinin nasıl anlamlandırılacağını pek bilememenin sıkıntısını yaşıyorlar. İyi bir şeyler mi oluyor, iyiye mi gidiyoruz, yoksa tümden iş bitti, film koptu, kaybettik mi? Atılan adımları alkışlamalımıyız yoksa bu akıntıya karşı ayağımızı toprağa sağlam mı basmalıyız? Bu yanıtsız kalmış sorular, komünist kamuoyunda büyük bir şaşkınlık ve karmaşaya, yılgınlığa, örgütsüzlüğe ve hareketsizliğe yol açıyor. 12 Eylül'ün fiziksel ve moral yıkımının etkilerinden tümüyle kurtulamamış olan ülkemizde, bu durum ikiye katlanarak ağırlığını hissettiriyor. Bundan ötürü de, tekil alanlarda somut ve çok ayrıntılı tartış malar sürdürmektense, daha doğrusu bundan önce, bu tartışmaların çerçevesini çizecek genel bir bakışın, olayların bütünsel bir sergilenişinin ve yorumlanışının son derece ivedi ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. İkinci yazımıza bu gelişmelerin nedenlerini irdelemeyi bırakarak burada neler oluyoru ele alacağız.

Öncelikle bugün yaşananların adını koymak gerekiyor. Neden yaşandıklarının analizine girmeden bu gerekiyor. Bunu yapmanın yöntemi ne olmalı? Ele alacağımız süreç dünya komünist hareketi olduğundan, geçerli olacak yöntemi de bu hareketin niteliğinden kalkarak saptamak doğru olacaktır.

Bilindiği gibi, işçi sınıfının savaşımı esas olarak üç ana alanda yoğunlaşır; bunlar, ekonomi, politika ve ideolojidir, işçi sınıfı tarih sahnesinde yer aldığından ve bağımsız bir sınıf olarak toplumsal mücadeleye katıldığından bu yana, savaşım, bu üç alanda birbirine paralel olarak süregelmiştir. Bu üç mücadele alanı öylesine bir bütünlük oluşturur ki, herhangi bir alandaki zayıflık, bu alanlardan birinin küçümsenmesi, komünist hareketin bütününe olumsuz etki yapar. Kuşkusuz kimi dönemlerde savaşımın bir yönü nesnel olarak diğerlerinin önüne geçebilir. Ancak bu öne çıkış, diğer alanlardaki mücadelenin hafife alınmasını ya da gözardı edilmesini getirdiğinde, kısa ya da uzun erimde gelişmeye ket vurur. Günümüzde de, bilimsel ve teknolojik devrimin hızla gelişmesi, enformasyon alanında dev adımlar atılması ve genel eğitim-kültür düzeyinin yükselmesi nedeniyle ideolojik mücadelenin önemi göreli olarak artmaktadır. Buna karşın, komünist hareketin varolan durumunu ve ana gelişme çizgisini incelemek istiyorsak, bu üç alandaki durumu tek tek ve bir bütün olarak ele almalıyız. Biz, kolaylık olsun diye, ekonomik, politik ve ideolojik alanlardaki duruma aynı başlıklar altında göz atacağız. Bu arada, ele alınan konunun genelliğine paralel olarak, bu üç alandaki bakışın da tüm dünyayı kap­saması gerekiyor. Dünya devrim sürecinin hiçbir bileşeni gözden kaçırılmamalıdır. Yani dünya sos­yalist sistemini, kapitalist ülkelerdeki işçi hareketini, ulusal kurtuluş hareketlerini bir bütün olarak düşünürken, her grubun kendine özgü dinamiğine de yukarıda sayılan üç ana savaşım alanı açısından ayrı ayrı yaklaşmalıyız. Dünya çapında bir saptama ancak böyle yapılabilir. Yine de bu yazımızda ağırlıklı olarak dünya sosyalist sistemindeki durumu ele alacağız. Bugünkü olayların nedenlerini inceleyeceğimiz ikinci yazımızda dünya devrim sürecinin bileşenlerini tarihsel gelişme içinde ve bugün bakımından irdeleyeceğiz.

Ekonomik gelişmeler

-Yeni Reformlar-

Geçtiğimiz 4-5 yıllık dönemi ele aldığımızda, bu sürede, kapitalist-emperyalist ülkelerde sendikal mücadelenin anti-sendikal taarruz karşısında gerilediğini ve bir durgunluk içine girdiğini söyleyebiliriz. Sendikaların önemli çıkışlarına, büyük, yığınsal grevlere rastlanmadı. Öte yandan, bağımlı, az gelişmiş ülkelerde ekonomiler dar boğazlar yaşı­yor; gelişmiş ülkelerle aralarındaki açıklık artıyor, halk yığınları arasında yoksullaşma giderek daha geniş kesimleri kapsıyor. Az gelişmiş ülkelerin dış borçlan geometrik bir hızla artarken, bu ülkelerden gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelere transfer edi­len değer her yıl yükseliyor.

Ama tüm bunların ötesinde, ekonomik alanda. esas büyük değişiklikler sosyalist ülkelerde gerçekleşiyor. Bu değişiklikler hem giderek tüm sosyalist ülkelere şu ya da bu oranda yansıdığı için, hem de dünya kamuoyunun yakın ilgisine konu olduğu için büyük önem taşıyor. Yeni politik düşünceyle birlikte, sosyalist ülkelerde uygulamaya konulan ekonomik değişiklikler ana hatlarıyla nelerdir?

Birinci uygulama ve tartışma konusu, merkezi planlama ile. serbest piyasa işleyişinin karşılıklı ilişkileri ve üstünlükleri alanındadır. Ekonomiye yeni yaklaşım çerçevesinde, serbest piyasa ekonomisinin erdemlerinden söz ediliyor, onun arz ve talep mekanizmalarıyla üretimin miktarını, niteliğini ve fiyatını tüketicinin tüketim kalıplarına en uygun biçimde gerçekleştirebileceği öne sürülüyor. Arz ve talep mekanizmasının sözümona bu dengeleri sağlayabilmesi için de kuşkusuz bir takım ekonomik özellikler gerekiyor. Bu özelliklerden kimilerini şöyle sıralayabiliriz: Ekonomideki bütün işletmelerin kâr amacıyla üretim yapması; işletmelerin kârlarını ve sermayelerini diledikleri gibi kullanabilmeleri; işletmelerin üretim miktar, kalite ve fiyatını bağımsız olarak saptayabilmeleri; üretim faktörlerini istedikleri gibi tasarruf edebilmeleri, yani isterlerse işçi çıkarabilmeleri; devlet narhlarının ve sübvansiyonlarının son bulması, vb.

İşte bugün sosyalist ülkelerde pazar ekonomisine geçiş doğrultusunda bunlara benzer önlemler alınıyor: İşletmelerin kârlılığı temel ölçüt alması ve bu kârı dilediği gibi kullanması yönünde değişikliklere gidiliyor. Bu amaçla işletmelere ekonomik muhasebe sistemi getiriliyor ve merkezi planlamadan özerk olmalan yolunda adımlar atılıyor. Bu konuda atılan adımlar bir ülkeden diğerine değişiklikler gösterse de yeni düşüncenin piyasa karşısındaki tavrının ana yönelimi bu. Bu yönelim ne gibi sonuçlara gebedir sorusuna yanıt aramalıyız.

Bilindiği gibi sosyalist üretim ile kapitalist üretim arasındaki temel farklardan biri, kapitalist ülkelerde kâr için üretim yapılırken, sosyalist ülkelerde üretimin amacının insan ihtiyaçlarının giderek daha büyük oranda karşılanması olmasıdır. İşletmelerin üretim ve yatırım planlamalarında ana ölçüt olarak kârlılığı almaları, bir yandan kimi temel ihtiyaçların karşılanamaması ve çalışanlara daha az ücret verilmesi sonucunu yaratırken, öte yandan da daha önemlisi, üretimin anarşik karakterine kaynaklık etmektedir. Kapitalist ekonominin buhranları esas olarak fazla üretim buhranlarıdır. Bu, kendini gerçekleştiremeyen ve değer olarak karşılığını bulamayan üretim, plansızlıktan ve kâr amacını temel ölçüt almaktan kaynaklanır. Dolayısıyla sosyalist ülkelerde işletmelerin faaliyetlerini salt kârlılık ölçütüne göre belirlemeleri durumunda, aşırı üretim buhranları bu ülkelerde de ortaya çıkmakta gecikmeyecektir.

Öte yandan işletmelerin kârlarını dilediklerince kullanmaları, gerek sektörler, gerekse de işletmeler bazında, çalışanlar arasında yeni bir eşitsizlik kaynağı olacaktır. Kâr oranı yüksek olan sektörlerde çalışanlar, ya da en ileri teknolojiyle donatılmış işletmelerin çalışanları, yetenekleri ve vasıflılıkları aynı olan, aynı ölçüde emek harcayan emekçilerden daha fazla ücret alacaklardır. Bu durum, ücretliler içinde bölünmeleri artıracak, yeni çelişkilere neden olacaktır.

Kimi temel ihtiyaçların karşılanmasına (et, süt sağlık, konut, vb.) yönelik işletmelerde kârlılık oranları düşüktür. Hatta bu alanlardaki işletmeler zarar bile etmekte, zararlar devlet sübvansiyonlarıyla karşılanmaktadır. Söz konusu sübvansiyonların kaldırılıp bu alandaki işletmelerin de kârlılık ve özerklik ilkeleri uyarınca yönetildiği ve faaliyet gösterdiği durumda, ya işletmeler sermayelerini bu alanlardan daha kârlı alanlara kaydıracaktır ki böylelikle temel ihtiyaçların bir kısmı karşılanamaz hale gelecektir, ya da bu işletmelerin kâra geçebilmeleri için devlet narhlan kaldırılacak ve işletmelerin fiyatları kendilerinin saptamaları kabul edilecektir ki, bu durumda da bu ürünlerin fiyatları önemli ölçüde artacağından sonuç gene temel ihtiyaçların bir bölümünün karşılanamaması olacaktır. Bu fiyat ayarlamalarının sonuçlan 10 yıldır ülkemizde yaşadığımız İMF istikrar reçeteleri benzeri paketlerin sonuçlarından farlı olamaz. Nitekim kimi sosyalist ülkeler daha şimdiden İMF reçetelerini uygulamakta, kimileri de İMF'ye üye olmak için başvurmaktadır. Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin bu merkezi yönledirici örgütünden şifa bulan bu güne dek olmamıştır, ama bu örgüt aracılığıyla emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenme had safhaya ulaşmıştır. Bu bağlamda Polonya Başbakan Yardımcısı, hükümetin ekonomik reform programını geçen hafta Vaşington'da IMF yetkilileriyle görüştüğünü ve onayını aldığını söyledi. Polonya'ya 16 Ekim'de bir IMF heyeti geleceğini bildiren Balcerowitz Kasım ayına kadar bu kuruluşla bir stand-by kredi anlaşması imzalanacağını söyledi, (Cumhuriyet)

İşletmelerin faaliyetlerini kâr esasına göre yönlendirmeleri ve üretim faktörlerini dilediklerince tasarruf etmeleri çok önemli bir ekonomik - toplumsal sonuca daha yol açacaktır. Piyasa ekonomisi yönündeki bu girişimlerin sürdürülmesi kaçınılmaz olarak işsizliği doğuracaktır. Gerçi henüz bu konuda sosyalist ülkelerde tartışmalar süregitmektedir, ancak bu ekonomik reformlar bir bütün olarak sürdürüldüğü takdirde, bunun sonuçlarından kaçınmak olanaklı değildir. Ekonominin kendine özgü yasaları vardır. Belirli ekonomik ilişkiler belirli sonuçlan verir. Hem işletmelerde kârlılığı temel ölçüt almak ve onlara üretim faktörlerini diledikle rince kullanmaları serbestisini tanımak, hem de işsizliğe karşı çıkmak kendi içinde bir tutarsızlık olur. Dolayısıyla, yukarıda söz ettiğimiz piyasa ekonomisi yönündeki girişimler sürdürüldükçe sosyalist ülkelerde de yakın gelecekte işsizlik sorunuyla karşı karşıya gelinecektir. Nitekim daha şimdiden işsizlik sorunu konusunda öne sürülen görüşlerden bir kaçını örnekleyelim. Sovyetler Birliği'nde yayımlanan radikal reform yanlısı Moscow News Dergisi, "sosyalist dogmalardan vazgeçmeme" inadı yüzünden ülkedeki büyük işsizlik sorununun gündeme getirilemediğini belirtiyor. Sovyet Bilimler Akademisi üyesi Boris Polotin dergiye verdiği-demeçte, "halen ülkede istihdam edilmiş görünen 140 milyon kişiden 25-30 milyonunun işten çıkanlmasıyla ülkenin GSMH'nın 25 yılda ikiye katlanabileceğim" söylüyor. (Cumhuriyet, 4 Eylül 1989) Polonya'nın İstanbul başkonsolosu Dr. Ryszard Kanvicki, Hürriyet Gazetesine verdiği demeçte "hedefimiz demokratik parlamenter rejim, serbest piyasa ve özel sektör" diyor. "Bugün bedava olan sağlık, eğitim gibi hiz­metler paralı olacak. Sübvansiyonlar kaldırılacak, ekonomiyi ülke gerçekleri yönlendirecek. Başbakan Tadeusz Mazowiecki'nin dediği gibi ekonomik sorunlar ancak işsizlik yaratılınca çözülecek" diye ekliyor. (Hürriyet, 30 Ağustos 1989)

Varolan sosyalist ülkelerin ekonomilerinin gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomilerine göre bile iki temel üstünlükler vardır: Birinci olarak, sosyalist ülkelerde, nitelik açısından kimi kusurları olsa da, çalışanların, beslenme, barınma, giyinme, sağlık, eğitim, kültür, spor vb. gibi alanlardaki temel ihtiyaçlan miktar bakımından karşılanmıştır. Hiçbir sosyalist ülkede, örneğin ABD'de varolan yoksullar, aç ve açıkta yaşayanlar, sağlık, eğitim vb. hizmetlerden yararlanamayan insanlar yoktur. İkinci olarak, Sosyalist ülkelerde insanın kişiliğinin gelişmesinin biricik yolu olan çalışma hakkı herkese sağlanmıştır, bir diğer deyişle işsizlik yoktur. Bu temel kazanım, kapitalist ülkelerdeki emekçilerin en büyük moralsizlik kaynaklarından biri olan yarınından güven duyamamak korkusunu ortadan kaldırmakla kalmıyor, tek tek sosyalist ülkelerde her bireyin kişiliğini geliştirebilmesinin olmazsa olmaz koşulunu sağlıyor. Gelişmiş kapitalist-emperyalist sistemdeki işsizlik sigortası vb. kaldıraçlar, insanın bu en temel gelişme aracını sağlayamadığından işsizliğin toplumsal ve bi­reysel bir felaket olarak varlığına son verememekte­dir.

Hemen görülebileceği gibi, sosyalist ülkelerde, yeni düşünceyle birlikte, değişik dozlarda da olsa uygulamaya konulan piyasa ekonomisine yönelik reformlar, bu iki temel kazanımı yok etme tehdidini taşımaktadır. Bunun teorik ve uzun erimli bir tehlike olmadığının yaşayan kanıtı da bizce enflasyon ve işsizlik sorunlannı bir türlü aşamayan ve bu yola uzun süredir girmiş olan Yugoslavya'dır. Ekonomi alanında serbest piyasa ekonomisi yönünde çok daha önce adım atmış olan bu ülkede, bugün halkın birçok temel ihtiyacı karşılanamamakta, ülkenin dış borçlan sürekli artmakta, işsiz Yugoslav yurttaşlan başka ülkelerde iş peşinde koşmaktadır.

İkinci temel uygulama ve tartışma alanı, üretim araçlarının mülkiyeti sorunudur. Şimdi sosyalist; ülkelerde, uzun süreli kiralama, miras bırakma vb. gibi değişik biçimlerde de olsa küçük üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin yaygınlaştırılması gözetiliyor. Küçük özel üretim, ekonominin genel verimliliğini arttırmak adına özendiriliyor. Konuyu iki açıdan ele almak istiyoruz: Bu uygulamanın açıklanan amaca uygun olup olmadığı, yani gerçekten ekonominin verimliliğini artırıp artıramayacağı ve sonra da bunun genel sosyo-ekonomik sonuçla­rının neler olabileceği.

Küçük özel üretimin özendirilmesine öncelikle tarım ve hizmetler alanında başvuruluyor. Söz konusu olan şey, kollektif tarımın yapılmasına olanak vermeyecek kadar küçük, dağınık, verimsiz ve boş alanların işlemek üzere kişi ve gruplara verilerek toplam tarımsal üründe artış sağlamaya çalışmaktan çok farklı. Bizzat Gorbaçov, kolhoz ve sovhoz topraklarının parçalanarak kişi ve gruplara dağıtılmasını öneriyor. Kollektif mülkiyeti benimsememiş, toplumsal mülkiyete, toplumsal üretime ve dolayısıyla toplumsal ürüne yabancılaşmış emekçilerin, bireysel kâr güdüsüyle böylece yeni bir üretim atılımı sağlayabileceği bekleniyor. Otelcilik, turizm, taşımacılık, küçük ticaret gibi hizmet alanlannda da uygulamaya konulan anlayış, aile ve küçük atölye üretimi biçimiyle sanayiye de yayılıyor, kaçınılmaz olarak daha da yayılacak.

Bu tür uygulamalar, temelde tarihsel gelişmenin gerilerine düşmek oluyor. Serbest piyasayla birlikte küçük meta üretimi kapitalist toplumun ilk dönem­lerinde ekonomiyi geliştirici bir rol oynamıştır. Çok sayıda üretici, serbest rekabet temelinde daha fazla kâr elde edebilmek için ürünün toplumsal maliyeti ile bireysel maliyeti arasındaki farkı açmaya, yani ürünü genel toplumsal maliyetinden daha ucuza maletmeye çalışıyordu. Bu amaçla da emeğin verimliliğini arttıracak yeni teknikler geliştiriliyor ve böylelikle ülke çapında verimlilik hızla artıyordu. Ancak, daha 20. yüzyılın başlarından itibaren, tekelciliğin gelişmesiyle birlikte, kapitalist ülkelerde bile küçük özel üretim üretici güçleri geliştirici niteliğini yitirmiştir. Tarihin bu sayfası çoktan kapanmıştır. Günümüzde bilim, üretimi sürecinde giderek artan önemde rol almakta, dolaysız bir üretici güç haline gelmektedir. Üretimde verimliligin artırılabilmesi büyük oranda bilimsel araştırmalara bağlıdır. Bilimsel araştırma ise, büyük kaynaklar gerektirir. Hiçbir ülkede küçük üreticiler bu yolla üretimin verimliliğini artırma şansına sahip değildir. Öte yandan, üretimde verimliliği artırmak, yukarıda de belirttiğimiz gibi, yeni teknolojilerin uygulamaya konulmasını gerektirmektedir. Bu ise çok büyük sabit sermaye yatırımı demektir. Bugün üretimdeki verimliliği artıran ana etken gelişmiş bilgisayarlı makineler, otomasyon vb.'dir. Bunlar ise, küçük üretimle taban tabana zıt şeylerdir. Bir diğer konu, çağdaş üretimin gelişmiş bir enformasyon ağını gerektirmesidir. Yaygın ve doğru bir enformasyon üretimde verimliliği sağlamanın temel araçlanndandır. Küçük üreticinin yaygın ve doğru enformasyon sağlaması ise olanaksızdır. Son olarak, sanayide olduğu gibi, hatta ondan da çok tarımda, küçük üretim kaynak israfı demektir. Her sektörde optimum bir işletme büyüklüğü vardır. Bu büyüklüğün altındaki parçalanmış, cüce işletmeler üretim faktörlerinin en uygun bileşimini sağlayamaz. Ya emek, ya makineler, ya toprak israf edilir. Bu da artırmak bir yana, atıl kapasite yaratarak üretimde verimliliği düşürür.

Üretim alanındaki bu saptamalar hizmetler alanı için de geçerlidir. Bir örnekle açıklarsak; turizmi ele alalım. Bu alan kolaylıkla özelleştirmeye konu olabilir; oteller özel işletmecilere devredilebilir. İş­letme sahibi, otelde kâr dürtüsüyle hareket edece­ğinden öncelikle daha az kişiye biraz daha fazla ücret vererek aynı işi yapmaya yeğleyecek, ilk iş olarak bir bölüm emekçiyi işten çıkartacaktır. Dolayısıyla otel personelinin çalışma süreleri ve yoğunlukları artacaktır. Hizmetin kalitesinin yükseltildiği gerekçesiyle fiyatlar artırılacaktır. Böylelikle belki de otel daha az kişiye hizmet vermekle birlikte, verilen hizmet, istatistiklere para değeri olarak yansıyacağından artmış olarak da yansıyabilecektir. Böylesi bir durumda verimliliğin artmış olmasından söz edilebilir mi? Hayır elde edilen sonuçlar; işletme sahibinin cebini doldurmasının yanısıra, bir bölüm emekçinin işsiz kalması ve otelden faydalanabilenlerin sayısının, yani hizmet miktarının azalmış olmasıdır. Üstelik planlı ve koordinasyonlu çalışan oteller zincirinin yerini böyle tek tek işletmecilerin yönetimindeki otellerin aldığını düşünürsek, kimi otelin taleplere cevap veremediğini durumda, kimisinin rezervasyon beklemesi kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan tek tek hiçbir işletme yöneticisi dünya konjonktürünü, turizm sektörü gibi bacasız sanayi adı verilen gelişkin teknolojilerin kullanıldığı bir sektörde son gelişmeleri, turist akışındaki oynama­ları yakından izleyemeyeceğinden, bir bütün olarak sektör ortaya çıkabilecek yeni durumlara hazırlıklı olamayacaktır. Bağımsız işletmeciler, ne ülke içinde ne de ülke dışında yeterli tanıtımı yapabilecek ve bağlantıları kurabilecek durumda olamazlar. Bütün bunların dışında oteller arasında deneyim alışverişi, gerekli kadro, malzeme ve bilgi akışı da sağlanamayacağından sektörün genel verimliliği azalacaktır. Görüldüğü gibi bu tür uygulamalar, ilan edilen amaca ulaşılması bakımından geçerli olamamaktadır. Gene bu uygulamalar, sosyo-ekonomik planda daha da olumsuz sonuçlara yol açabilir. Gerek kimi özel işletmecilerin zenginleşmesi, gerek eşit işe eşit ücret ilkesinin zedelenmesi, gerekse işsizliğin ortaya çıkması, toplumda eşitsizliğin artması yönünde etki gösterir. Eşitsizliğin artması hem toplumsal çalkantılara temel oluştururken, hem de komünistlerin temel amaçlarından uzaklaşılması demektir. İşbölümünün ve çalışanlar arasındaki farklılıkların ortadan kaldırılması süreci geriler. Yeni tipten insanın yetişme koşullan elverişsiz bir ortama sürüklenir. Ayrıca, bilindiği gibi, küçük özel mülkiyet gerek üretim ilişkileri, gerekse toplumsal bilinç açısından sürekli kapitalizmi yeniden yaratır. Bu da kapitalist restorasyon tehlikesini sürekli güncel tutar. Özellikle tarım alanında küçük özel mülkiyetin yaygın olduğu Polonya gibi ülkelerde bu yöndeki girişimlerin en güçlü yankıyı bulması da bu saptamamnın doğruluğunu gösterir. Kapitalist restorasyonu doğrudan savunanlar da az değildir. Birkaç ömek de bu konuda verelim. Macaristan'ın ünlü iktisat dergisi Figyelö'ye göre Macaristan Sosyalist Partisi içindeki muhafazakarlar Güney Kore modelini benimsiyorlar ve Macaristan'ın piyasa ekonomisine tedrici biçimde geçmesini ve devletin yatırımlarda sektörler arası müdahaleci bir politika uygulamasını istiyorlar. Hükümette hakim olan eğilim ise, "bırakınız yapsınlar" felsefesi. Bu eğilim Macaristan'ın mümkün olduğu kadar çabuk tam bir piyasa ekonomisine geçmesini savunuyor. Derhal özelleştirmeye gidilmesini, fiyatların serbest bırakılmasını, arz-talep ilişkisinin belirleyici olduğu bir liberal sistemin yerleştirilmesini öneriyor. (Cumhuriyet, 17 Ekim 1989).

Küçük özel üretimin desteklenmesinin, sosyalist ülkeler çalışanlarının üretimin sonuçlarına karşı yabancılaşmasının önüne geçeceği de öne sürülmektedir. Üretimde verimliliği artırmanın temel daya­naklarından biri olarak da bu olgu sayılmaktadır. Gerçekten de, özel üretim yapan kişi kendi ürünü karşısında yabancılaşmaz. Aynı şekilde, bu işlet­meci kendi emeğinin sonuçlanyla yakından ilgilidir. Ancak küçük özel üreticinin kârını artırması, ürettiği ürünün toplumsal maliyetiyle bireysel maliyeti arasında kendi çıkarına farkı çoğaltmasıyla olanaklıdır. Bu durumdaki üretici, yabancılaşmadığı kendi üretimim geliştirmeye çalışırken, nesnel olarak, yabancılaşmaktan öte rakip haline geldiği toplumsal mülkiyete ve üretime, ayrıca kendisininki dışındaki tüm özel mülkiyete ve üretime yardımcı değil engel olmak durumundadır. Makro planda bu yaklaşım, üretimi olduğu gibi toplumsal bilinci de olumsuz yönde etkiler.

Sonuç olarak, üretimin günümüz koşullarında ulaştığı toplumsallık düzeyinin karşısına küçük üretimi çıkartmak gerçekten de tarihsel gelişmenin gerisinde kalmak değil de nedir? Amaç, üretkenliği ve emek verimliliğini artırmak bile olsa, bunun çö­züm olamayacağını görebilmek için o çok övülen gelişmiş kapitalist ülkelere bakmak yeter. Bu ülkelerde üretkenliğin ve emek verimliliğinin yük­sek olduğu işletmeler küçük özel işletmeler raidir, yoksa dev uluslararası holdingler mi? Ekonomiyi geliştiren de daha çok bu büyük şirketlerdir.

Bunları söylerken, sosyalist sistemde son dönemde gerçekleştirilen ekonomik reformların tüm yanlarıyla olumsuz olduğunu öne sürmüyoruz. Hayatın yeşilliği adına artılar hanesine yazılacak birkaç noktaya da işaret etmek gerekiyor. Örneğin yolsuzluk ve rüşvete karşı verilen mücadelenin yükselmesi çok yararlıdır. Hem sistemin yozlaşıp durağanlaşmasını engeller, hem de bu sorunları her gün yakıcı bir biçimde yaşayan kapitalist ülkelerde olumlu propagandif etki yapar. Öte yandan, kapitalist ülkelerle eşitlik temelinde ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi, karşılıklı üstünlükler ilkesi nedeniyle, her iki tarafın da gelişmesine katkıda bulunurken, sosyalist ülkelere de, gerekliliği fazlaca hissedilen kimi tüketim mallarının daha büyük miktarda sağlanabilmesini ve ileri teknoloji makine ve teçhizal açığının kapatılması olanağını verir. Üretimin miktarla ilgili sorunlarının esas olarak çözülmüş olması bilinciyle kaliteyi ön plana çıkarmak ve buna ilişkin sorunlar üzerinde yoğunlaşmak da olumlu bir gelişmedir. Bilimin ve teknolojinin üretim açısından artan öneminin altının çizilmesi, planın hazırlanma­sında yerel kadrolara daha çok söz hakkı tanıma­sının, işletme yöneticilerin ve üretici kollektiflerinin insiyatiflerini ve girişimciliklerini arttırmaya yönelik özendirme sistemlerinin araştırılması da önemli yönelimler arasında yeralmaktadır.

Ancak biz, buna benzer girişimlerin gerçekleştirilmesi için piyasa ekonomisini, kâr ilkesini yönlendiriciliğini, küçük özel mülkiyetin ve üretimin özendirilmesini ve işsizliği içselleştirmeyi kaçınılmaz zorunluluklar olarak görmüyoruz. Tersine, bu temel olumsuzluklar, olumlu girişimleri de etkisizleştirmektedir. Sonuç olarak, artılarla eksileri alt alta koyduğumuzda son ekonomik reformların işçi sınıfının savaşımı ve dünya komünist hareketi bakımından bir geri adım olduğunu söylüyoruz.

Politik gelişmeler -Yeni Politik Kültür-

Politika, insanları ihtiyaçları temelinde ve bu ihtiyaçların kaşılanması doğrultusunda harekele geçirebilmek, aynı zamanda da devleti yönetebilmek bilim ve sanatı olarak tanımlanır. Bu ikili yapısı nedeniyle bir yandan "politika ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir" deyişini doğrular, diğer yandan da bu alanın politik partiler, iktidar ve devlet yapılan ile bire bir ilişkisini açıklar. Politika, esas olarak, politik partiler aracılığıyla sürdürülür ve iktidarın clc geçirilmesiyle, devletin yönetimini hedefler. Politika, temelde, nesnel gereksinimlere dayandığı için, varolduğu sürece sınıfsal bir karakter taşır. Bu nedenle işçi sınıfının politikasından, işçi sınıfının partisinden, işçi sınıfının iktidarından, işçi sınıfının devletinden söz etmek yerindedir.

İşçi sınıfı açısından, politika alanındaki sonucu belirleyici uğrak, iktidar uğrağıdır. İktidarı gerçekleştirmenin yolu, sınıf savaşımı; aracı da komünist partisidir. Sosyalist ülkelerde de işçi sınıfının politikası iktidarı korumak, işçi sınıfının devletini geliştirerek ülkeyi tarihsel misyonunu gerçekleştirme doğrultusunda yönetmek ve uluslararası planda emperyalizmi geriletmek ve giderek gezegenimizden silmek noktalarında somutlanabilir. Kuşkusuz işçi sınıfının politikasının çizilmeye çalışılan bu en genel çerçevesi, ana hedeflere ulaşmak için izle­nen günlük politikaları da içermektedir. Yeni politik kültür ise, tam da bu temel noktalarda aykırılıklar ve tersine yönelimler sergilenmektedir.

En başta, ana uğrak olan iktidar konusunda geri adım atılmaktadır. Sosyalist ülkelerde iktidarın komünistler tarafından, dolayısıyla işçi sınıfı tarafından terkedilebileceği benimsenmektedir. Bu, örneğin Polonya'da doğrudan, Macaristan'da ise bir ölçüde dolaylı bir biçimde yaşama geçirilmeye başlamıştır. Aynı politika sürdürüldüğü takdirde bir dizi başka sosyalist ülkede de benzer süreçler beklenmelidir. İktidarın terkedilmesi, politikada atılabilecek en büyük geri adımdır. İktidar sorunu karşısında alınan bu tutum, kapitalist ülkelerde yeni politik kültürü savunan komünist partilerinin de gerek programlarına, gerekse eylemlerine yansımaktadır. Bu partiler, iktidarın sınıfsal yapısını değişikliğe uğratmayı, yani politik devrimi ve işçi sınıfı iktidarını öngörmeyen programlar kabul etmektedirler. Pratik faaliyetlerinde de buna uygun bir rota izleyen bu partiler, reformlar uğrana mücadeleyi, kapitalizm çerçevesindeki iyileştirmeleri biricik gerçekçi eylem alanı kabul etmektedir. Böylelikle kapitalist ülkelerde de iktidar perspektifi yok edilerek emperyalist sisteme ödünlerin en büyüğü verilmektedir. Politik planda, iktidarın ve iktidar perspektifinin terkedilmesi, politik mücadelenin sınıf mücadelesinden kopartılmasından kaynaklanıyor. Sosyalist ülkelerin uluslararası planda banş savaşımını ve silahsızlanmayı, başka devletlerin iç işlerine karışmamayı, anlaşmazlıkları görüşmeler yoluyla gidermeyi öne çıkaran politikaları, ülke içinde de düşman sınıfların kalmaması olgusuyla birleşerek, bir oranda nesnel ve haklı bir zeminde sınıf savaşımını arka plana itiyor. Ancak bu politik yaklaşımın kapitalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde aynen kopye edilmesi, hayatın gereklerine aykın düşüyor. Ulusal mutabakat politikası, sınıfsal çıkarların nesnelliğiyle çelişiyor. Nesnel bir zemine oturamadığı için hiçbir 'başarı vaadedememesi bir yana toplumsal ilerlemeye engel olarak, yığınsal çıkışların karşısında yer almak, kapitalist-emperyalist sisteme tarihsel olarak yaşam hakkı tanımak, yani onu ebedileştirmek -en azından ideolojik düzeyde- risklerini taşıyor. Kapitalist ve bağımlı ülkelerde sınıf savaşımını temel almayan ulusal mutabakat politikası, politik planda devasa bir geri adım anlamına geliyor. Bu anlayış, iktidar perspektifinin reddiyle de birleşince politik mücadele kavramının içeriği boşaltılmış oluyor.

İçeriği boşaltılmış bir politik mücadele anlayışının aracı da ortadan kaldırılmalıdır. Yani politik mücadeledeki bu temel gerileyişler komünist partisinin likidasyonuyla noktalanmalıdır. Nitekim, bu likidasyonun örneklerini hem sosyalist, hem de kapitalist ülkelerde gözlemek olanaklı: Macaristan'da komünist partisi, tarihsel misyonunun sona erdiğini öne sürerek kendini fesh etti. Komünist partisinden farklı bir zeminde işçi partisi olarak yeni bir örgütlenmeye gitti. Yeni politikanın sürdürülmesiyle, başta Polonya olmak üzere, birçok ülkedeki partinin de bu örneği izlemesi olası görülüyor. Şeklen likidasyon olarak görülmese de, komünist partisinin tarihsel misyonun yeni bir biçimde tanımlanması, yeni hedefler için yeni bir işleyiş kazanması, partinin öncülüğü anlayışının terkedilmesi de öz olarak likidasyon anlamına gelir. Böyle bakıldığında, sürecin çok daha yaygın olduğu gözlenebilr. Aynı likidasyon sürecinin kapitalist ülkelerde de örnekleri görülüyor: İtalyan Komünist Partisi, kendini "Marksizm'den esinlenen" bir parti olarak ilan etti; Genel Sekreteri Ochetto da önümüzdeki kongrede partinin adının da değiştirileceğini açıkladı. Böylelikle komünizmle son ve biçimsel bağlar da koparılmış olacak. Farklı biçimlerde de olsa, birçok kapitalist ülkede -bu arada ülkemizde- aynı likidasyon süreci yaşanmakta. Herkesin kabul ettiği gibi komünist partileri hızla sosyal demokratlaşmakta.

Sonuç olarak, yeni poli­tik kültür uyarınca, komü­nist partilerinin politikala­rında sınıf savaşımını temel almamaları, sosyalist ülke­lerde iktidarı terketmeleri ve kapitalist ülkelerde de ikti­dara gelmeyi hedeflenmemeleri, son olarak da ken­di kendilerini likide etmeleri, politika alanında dünya komünist hareketinin kazanımları olarak görülemez.

Bu temel olumsuzlukların yanında, özellikle açıklık ve barış politikasının, politik ve toplumsal alanlarda kimi yararlı sonuçlan olduğunu da belirtmeliyiz: Berlin duvarının yıkılması örneğinde olduğu gibi, sosyalist ülkelerin tecrit ve kendine güvensizlik çemberini aşmaya başladığını söyleyebiliriz. Ayrıca açıklık politikasıyla sosyalist demokrasinin gelişmesinin hızlanabileceğim düşünüyoruz. Öte yandan, sosyalist ülkelerin barış politikalarıyla kapitalist ülke halkları arasında saygınlıklarını artırmakta olduğunu da söyleyebiliriz. Son olarak özellikle sosyalist ülkelerde yığınların hareketlenmesi, şimdilik ağırlıkla gerici motifler taşıması nedeniyle olumlu değerlendirilemese bile, politikaya karşı duyulan ilginin, böylesi motiflerle de olsa artması, gelecek açısından umut verici bir kıvılcım olarak değerlendirilebilir.

Tüm bu söylediklerimiz ışığında, politik savaşım alanına bütünsel olarak baktığımızda, son 4-5 yılın dünya komünist hareketi açısından büyük bir geri adım, bir sağa savrulmayı ifade ettiğini söyleyebiliriz.

İdeolojik mücadale -Yeni düşünce-

Gerek ideolojik mücadelenin günümüzde giderek önem kazanması, gerekse hem ekonomik, hem de politik plandaki uygulamalarını temelinin bu noktada atılmış olması nedeniyle, ideolojik gelişme­lere her şeyden çok önem verilmelidir. 10 Eylül dergisinin ilk üç sayısında yayımlanan Kemal Bilgi'nin "Marksizm-Leninizm yolumuzu Bugün de Aydınlatıyor" başlıklı yazı dizisi, bu önemin bilincine varıldığının kanıtıdır. İdeolojik plandaki gelişmeler ve yeni düşünceyle ilgili görüşler bu yazı dizisinde ayrıntılı bir biçimde dile getirildiğinden, biz de bu görüşlere bütünüyle katıldığımızdan, burada yalnızca ana başlıklan anımsatmakla yetineceğiz. Esas olarak yapılan şey, Marksizm'in yerine kuşkuculuk, görelilik ve pragmatizm karışımı eklektik bir düşünce tarzını ikame etme girişimidir. Bunun yapılabilmesi için ilk adımda Marksizm konumlarının terk edilmesini haklı kılacak nedenler bulunmalıdır. Dolayısıyla; çağımızın niteliğinin değiştiği ve buna uygun olarak, a) Marksizm'in artık gerçeğin tekeline sahip olmadığı, başka yöntemlerin daha sonuç alıcı olabildiği, b) Marksizm'in -her nedense, daha da çok çağdaş Marksizm olarak nitelen dirilebilecek olan Leninizm'in- aşılması gerektiği, c) çağımızın niteliğine uygun yeni bir düşüncenin gerektiği, d) bu düşüncenin Marksizm olamayacağı, e) yeni düşüncenin, Marksizm de içinde olmak üzere insanlığın düşünsel birikiminin yeni bir sente­zi olması gerektiği yolunda savlar öne sürülmektedir.

Bu savlara dayanılarak da Marksizm'in temel taşları ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu yolda, Marksizm'in iki ana hareket noktası olan bilimsellik ve sınıfsallık ilkeleri reddedilmektedir. Çağımızda Marksizm'in bilimsel olma özelliğinin kalmadığı, sınıfsallığı temel almanın ise günümüz gerçeğine uymadığı söylenmektedir.

Bu zeminden hareketle, Marksizm'in özü olan, ana yöntemini oluşturan diyaletik maddeciliğin or­taya çıkarmış olduğu gelişme yasaları değiştiril­meye çalışmaktadır. Bilindiği gibi; felsefe, doğa­nın, toplumun ve insan düşüncesinin gelişmesinin en genel yasalarını inceler. Marksist felsefenin de ana konusu gelişme anlayışıdır. Diyalektik maddec­ilik gelişmenin genel yasalarını esas olarak karşıtların birliği ve savaşımı, nicelik birikimlerinin nitelik değişikliklerine yolaçması ve olumsuzlamanın olumsuzlanması biçiminde formüle eder. Yeni düşünce bu formülasyonu benimsememekte, karşıtların birliğini görece değil, mutlak olarak ele almaktadır. Ayrıca gelişmede nitelik değişikliği anlarını ortadan kaldırarak evrimci bir konuma yerleşmekte, böylece de olumsuzlamanın olumsuzlanmasının olamayacağını kabul etmiş olmaktadır. Bu anlayış toplumsal gelişme alanına uygulandığında; toplumların tarihi özünde sınıf savaşımlarının tarihi olduğu, bugün de tarihin dinamiğinin sınıf savaşımları olmaya devam ettiği reddedilmekte, sosyo-ekonomik formasyonların birbirini izlemesi ve toplumsal devrimler yoluyla gelişme yerine paralel evrimleşme öne sürülmektedir.

Böyle olunca, kuşkusuz Lenin’in emperyalizm, devlet, devrim ve parti öğretileri bir kenara atılmak durumunda kalmaktadır. Son olarak, bunların hepsinin ötesinde, sınıfların dünya görüşlerinin olamayacağı, dünya görüşünün sınıfsal bir nitelik taşımadığı ileri sürülerek ideolojik mücadelenin kendisi ortadan kaldırılmak istenmektedir.

Görüldüğü gibi, işçi sınıfının üç temel mücadele alanından biri olan ve günümüzde önemi diğer alanlara göre giderek öne çıkan ideolojik mücadele alanında Marksizm konumlarından geriye dönüş bir yana, bizzat mücadele alanı ortadan kaldırılmaya çalışılmakta, daha doğrusu bütünüyle burjuvaziye terk edilmek istenmektedir.

Sonuç olarak

Gerek yeni ekonomik reformları gerek yeni politik kültürü, gerekse yeni düşünceyi tek tek ele alıp inceledikten sonra, dünya komünist hareketinin tam mücadele alanlarını kapsayan bu bütünsel değişiklikleri, -“yenileme” hareketini– yenilenme sözcüğünü çağrıştırdığı tüm olumlu havaya karşın, işçi sınıfı açısından bir ilerleme olarak görmek olanaklı olamamaktadır; tersine her alanda bir gerileme göze çarpmaktadır. İşte bu nedenle yaşadığımız son 4-5 yıllık süreci dünya komünist hareketinde yıldızın parlamadığı bir dönem olarak değerlendirmek bize doğru gözükmüyor.

İşçi sınıfının üç temel mücadele alanından biri olan ve günümüzde önemi diğer alanlara göre giderek öne çıkan ideolojik mücadele alanında Marksizm konumlarından geriye dönüş bir yana, bizzat mücadele alanı ortadan kaldırılmaya çalışılmakta, daha doğrusu bütünüyle burjuvaziye terk edilmek istenmektedir

Durumun böyle değerlendirilmesi önümüze çok önemli ve ertelenemez bir görev koyuyor. Görev bir bütün oluşturmasına karşın iki ana noktadan oluşuyor. Birinci olarak, dünya komünist hareketindeki bu gerileme ve sağa kayma eğilimine karşı her alanda olabildiğince direnmek gerekiyor. Ülkedeki kadrolar arasında “yenilenme”ye alkış tutmak yeni bir moda olmayı sürdüğü oranda yapılması gereken iş, hem daha önemli hale geliyor, hem de güçleşiyor. Bu alanda tutulması gereken en önemli halkanın, “yenilenme”nin temelini oluşturan düşünsel platforma karşı ideolojik mücadeleyi yükseltmek olduğunu düşünüyoruz. 10 Eylül’ün çıkmış sayıları bu azımsanmayacak yolda adımların atılmış olduğunu gösteriyor. Bu sürdürülmeli ve ikinci bir adımla tamamlanmalıdır: Hem koşullarını daha iyi tanıdığımız, hem de toplumsal çelişki ve çatışmaların keskinliği açısından söylediklerimizi somutlamayı kolaylaştıracak olan bir zeminde, Türkiye somutunda tartışmaya ağırlık vermek.

İkinci olarak, bu gerileyişin ve sağa yönelmenin karşısına Marksizm-Leninizm’in bağımsız konumlarıyla fiilen çıkmak gerekiyor; örgütlenme ve dışa dönük faaliyetlere hız vermek gerekiyor. Ancak bu yöndeki çabalarımızı yoğunlaştırdığımız oranda, üdnya komünist hareketinin önümüzdeki yükseliş dönemine hem hazır olmayı, hem de gereksiz alçakgönüllüğü bir yana bırakırsak ülkemizin özgül koşulları nedeniyle bu yükselişi hızlandırmayı başarabiliriz.