10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 6 Şubat 1990 1990’larda ABD Emperyalizmi

1990’larda ABD Emperyalizmi

Paul M. Sweezy

Çev.: Saliha Yılmaz

Paul M. Sweezy bu yazısında 1990’larda ABD Emperyalizminin önemli bir güç kaybına uğrayacağı öngörüsünde bulunuyor. Yazara göre ABD’nin kapitalist dünyadaki kesin üstünlüğü ile ayırt edilen 2. Dünya Savaşı sonrası düzen, 1990’larda birbiriyle kıyasıya rekabet eden ticari-mali bloklardan oluşan bir sisteme dönüşecektir. Günümüz kapitalizminin görece istikrarının pek çürük temellere dayandığı saptamasını yapan yazar, ufukta yeni bir ekonomik canlanma dönemine yol açacak güçlü bir sermaye birikimi atılımının belirtilerine rastlanmadığını vurguluyor. Yazar 1990’ların tüm dünyayı etkisi altına alan kronik bir krizle belirleneceği görüşünü dile getiriyor.

Aşağıdaki önermeleri tartışmaya sunmak istiyorum:

  1. ABD İmparatorluğu 1940 sonları ve 1950 başlarında biçimlenerek dünya kapitalist sistemi içerisinde tartışılmaz bir egemenliğe ulaştı.
  2. 1973-74’deki durgunluk dönemi ve Vietnam yenilgisiyle doruğuna ulaşan gerilemenin belirtileri, içeride ve dışarıda 1960 başlarında görülmeye başladı.
  3. Gerileme, 1970’lerin ikinci yarısında da içeride ve dışarıda sürdü.
  4. Reagan dönemi (1980-88) ülkeyi eski gücüne kavuşturmaya yönelik başarısız bir atılımla belirlendi ve daha ileri düzeyde bir gerileme ve kargaşayla sonuçlandı.
  5. 1990’lar, dünya çapındaki ABD İmparatorluğu’nun dağılmasına ve muhtemelen, birbirleriyle yarışan ticari-mali bloklardan oluşan bir sistemin onun yerini almasına tanık olacaktır. Ben, kapsamlı ve sistematik bir çözümlemeden kaçınarak belli başlı eğilimler ve gelişmeler üzerinde duracak, bu evrelerin her birini kısaca inceleyeceğim.

I

ABD, II. Dünya Savaşı’na, neye ulaşmak istediği konusunda oldukça net fikirleri olan liderlerle katıldı. Rakip imparatorluklar dağıtılacaktı, dünya ölçeğinde İngiltere, Avrupa’da Almanya, Asya ve Pasifik’te Japonya ve bütün dünya ABD ticaret ve yatırımına açılacaktı. Bu imparatorlukların ekonomi ve finans merkezleri, büyük ölçüde ABD’ye bağımlı küçük ortaklar konumuna indirgenecekti. Yeni uluslar arası kurumlar –IMF, Dünya Bankası, GATT, altın-dolar standardı- yeni imparatorluğu ABD egemenliği altında bütünleştirecek, yalnızca Sovyetler Birliği ve onun Doğu Avrupalı uyduları bunun dışında kalacaktı. Savaşın bitiminde bu amaçların büyük kısmı başarıya ulaşmak üzereydi. ABD, yeni hegemonyacı güç olarak görülmemiş büyüklük ve karmaşıklığa sahip, oluşum halindeki bir imparatorluğun tepesine yerleşti.

Henüz biçimlenmemiş bu bağımlı ülkeler topluluğundan elde edilen azami kazançları güvence altına almanın gerektirdiği organizasyon sorunları çözümlenmeyi bekliyordu. Açıktır ki bunlar, olağanüstü zor sorunlardı ve ABD’nin geçmişinde bunlarla baş etmek için hazırlıklı olmasını sağlayacak hiçbir deneyimi yoktu. Buna karşılık savaş sonunda ABD, dünyanın geri kalan kısmına göre öylesine güçlüydü ki, ülkenin yönetici sınıfı ve belki de halkın büyük bölümü, dünya liderliğini üstlenme yeteneğine sahip oldukları konusunda büyük bir güvene sahipti. Henry Luce’ın “Amerikan Yüzyılı” çok parlak bir başlangıçta ortaya çıktı. Hatta nükleer silahlardaki tekeline güvenen Washington, halkın normale dönme isteğini kabullenerek dikkati çekecek kadar kısa sürede seferberlik durumuna son verdi ve savaş dönemindeki muazzam askeri makineyi sınırlandırdı.

Ancak yeni imparatorluğun güvenli ve istikrarlı olduğuna dair bütün fikirler kısa süreli oldu. Tacın mücevherinden biri olmaya aday olan Çin, çok kısa bir zamanda dışarı kaymaya başladı ve 1949’da devrimin zafere ulaşmasıyla imparatorluktan tamamen ayrıldı. Bunu, ertesi yıl, Syngman Rhee ve onun ABD’li destekçileri tarafından kışkırtılmamış olsa bile hoşnutlukla karşılanan Kore Savaşı izledi.

Her ikisi de komünistlerin önderliğindeki Çin ve Kore, imparatorluğun iç devrimlere ve dış saldırılara açık olduğunu gösterdi. Dolaysıyla, geleneksel silahlarda kitlesel bir atılım yapma, dünya çapında karmaşık bir istihbarat ağı oluşturma ve bozgunculuğa karşı yarı askeri potansiyelin görülmedik biçimlerde geliştirilmesi gereği doğdu. Bu arada Avrupa’da da aynı türden deneyimler yaşanıyordu. Komünistlerin önderliğinde Yunanistan’da yürütülen ulusal bağımsızlık mücadelesi ile yine komünistlerin önderliğindeki Çekoslovakya’nın Sovyet bloğuna kayması, Amerika’nın Batı’daki hegemonya alanını tehdit eden ya da fiilen küçülten eylemler olarak değerlendirildi.

Doğal olarak ABD yönetici sınıfı bütün bu gelişmeleri Sovyetler’in hem Asya, hem Avrupa’da gücünü artırmak amacıyla perde gerisinden manevra yapmasının belirtileri olarak yorumlandı. Aslında bu görüşü destekleyecek fazla kanıt yoktu. Sovyetler Birliği bitkindi ve iç sorunlarıyla uğraşıyordu. O dönemdeki uluslar arası politikaları ise özünde savunmaya yönelikti. Bundan öte, Asya ve Avrupa’da olanların hepsi bu bölgelerdeki çalkantılı ortamların mantıklı sonuçlarıydı ve özel açıklamayı gerektirmiyordu. Ancak Washington’un görüş noktasından bütün sıkıntı ve tehlikelerin kaynağı olarak Moskova’yı gösterebilmek önemliydi. Dünyanın diğer halkları gibi, Amerikan halkına da savaş sonrasında daha iyi bir yaşam sözü verilmişti. Halkın Sovyetler Birliği’ne karşı tutumu dostçaydı. Alman ve Japon tehditlerini geri çevirmedeki rolünden ötürü ona minnettarlık duyuyordu. Kuşkusuz, ABD halkı, dünya imparatorluğunun yükünü üstlenmeye, 1939-45 arasındaki büyük kan banyosunun hemen ardından yeniden silahlanma gereksinimini kabullenmeye ve yakın bir gelecekte daha çok savaş ve kan dökülmesi olasılığıyla yüz yüze gelmeye hazır değildi. Bu durumda ABD’nin dünyadaki yeni rolünün sürekliliği, Amerikan halkının tutum ve ruh halinde köklü bir değişikliğe bağlıydı. Ve bu ancak, onları yeni ve hatta kısa süre önce II. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğratılandan çok daha tehlikeli bir düşmanla karşı karşıya bulunduklarına inandırmakla gerçekleştirilebilirdi.

Bu, gerçekten de çok güç bir işti. Öyle ki ABD’ninki gibi son derece güçlü, deneyimli ve çok becerikli olan bir yönetici sınıfın bile yeteneklerinin üstünde olduğu düşünülebilirdi. Ama öyle olmadı. Bütün engeller, propaganda, moral baskı ve komünizmi şeytanın çok yüzlü, her yerde hazır ve nazır varlığı olarak damgalamak için politik/hukuki baskıları içeren bir kampanya ile aşıldı. Buna göre komünizm, bir ideoloji, politik hareket, uluslar arası fesat tertipçisi ve olağanüstü güçlü bir askeri makine, beyni ve sinirlerinin merkezi Moskova olan bir şeytan ve kolları bütün yeryüzüne yayılmış, tümünü kuşatan bir tehlike olarak gösterildi. Öyle ki, onun karşısında yalnızca ABD başarılı bir örgütleyebilecek güce sahipti. Amerikan halkını yönlendirmek sadece birkaç kısa yıl aldı; hatta Kore Savaşı’nın patlak vermesinden önce anti-komünizm, ülkenin yeni dini ve aynı zamanda iç ve dış, bütün politikalarını yönlendiren prensip haline gelmişti.

Bu anti-komünist seferberlik sürüp giderken bile, yeni ABD imparatorluğunun tamamında görülen çözülme belirtilerinde artış vardı. Hepsinden öte, Avrupa ve Asya’daki kapitalizmin geleneksel merkezleri büyük sıkıntı içindeydi ve buralarda iç yıkıcılık tehlikesi giderek artıyordu. Zorunlu olarak ABD, bu duruma savaşın yaraladığı uluslar arası kapitalist sistemi yeniden güçlendirmek için düzenlenmiş bir dizi geniş kapsamlı kurtarma operasyonları (Marshall Planı vb.) ile karşılık verdi. Bu süreç, Kore Savaşı ve onu izleyen büyük ölçekli ABD silahlanma programından kaynaklanan siparişleri seliyle hızlandırıldı ve bir bakıma sonuca ulaştırıldı. Daha sonraları ekonomi tarihçileri takip eden yıllardaki ünlü Alman ve Japon mucizelerinin kaynaklarını bu olaylarda arayacaktı.

1950’lerin ortalarında yeni ABD emperyalizminin biçimlenmesi fiilen tamamlanmış oluşum aşamasındaki acil sorunlar başarıyla çözümlenmişti. Dünya ölçeğinde yaygın bir ABD askeri üsler ağı oluşturulmuştu. Amerikalıların çoğu anti-komünist savaşı kutsamıştı. Diğerleri ise, birkaçının dışında, yıldırılarak susturuldu. Kore Savaşı, barış döneminde görülmemiş büyüklükte bir silahlanmayı miras bırakarak duruldu. Kapitalizmin merkez ülkelerinde yeniden sermaye birikimi sürecine girildi. Kapitalizmin yeni altın çağı, iyi bir başlangıca sahip görünüyordu.

II

Ancak altın çağ uzun sürmedi. Hatta 1950’lerin bitiminden önce ilk olarak ABD’nin kendi içinde olmak üzere ciddi sıkıntı işaretleri belirmeye başladı. 1950’lerin sonlarında adım adım hız kazanan Güney’deki insan hakları hareketi, hakim sınıf ideolojisi de politikalarının -bütünüyle gönüllü olmasa bile- ezici ağırlığıyla benimsenmesinden kaynaklanan politika sahnesindeki istikrardan ilk ciddi kopuş oldu. Bu, ilerde meydana gelecek olayların habercisiydi. 1959’un ilk günü Fidel Castro, Küba’yı imparatorluktan çıkarmak üzere muzafferane bir şekilde Havana’ya girdi. ABD’nin Küba’yı elde tutma çabaları yalnızca devrimin köktenleşmesine ve sürecin hızlanarak ülkenin iki yıldan daha kısa zamanda imparatorluktan kesin kopuşuna yol açtı.

Bunu izleyen fırtına Vietnam savaşı oldu. Bu savaşın kaynağında Fransa’nın Hindiçini’de savaş öncesi sömürge yönetimini yeniden kurma çabası yatıyordu. 1954’te Fransızlar savaşı bırakmak zorunda kaldıktan sonra devreye, ABD girdi. Fransız kuklası Bao Dai’nin çöken rejiminin yerine, Washington Saygon’daki hükümetin mali yükünü tümüyle üstlenerek ve karşı-devrimci ordusunu donatarak kendi adamı olan Ngo Dinh Diem’i getirdi. Ancak ABD’nin bu büyük desteğiyle bile Diem, Fransızlardan daha fazla başarı gösteremedi. On yıl daha süren kanlı çarpışmanın sonunda ABD kaçınılmaz seçimle yüz yüze geldi: ya çekip gitmek Hindiçini’nin Çin yolunu izlemesine göz yummak veya savaşta çarpışarak sorumluluğu doğrudan üzerine almak.

Elbette ki karar, Vietnam Savaşı’nı Amerikalılaştırmak yönünde oldu. Bu olayın ABD emperyalizminin savaş sonrası tarihinde bir dönüm noktası olduğunu bugün biliyoruz. Hatta ABD’nin Vietnam batağına batmasından önce, insan hakların hareketi ve Küba Devrimi’nin oluşturduğu bileşim beyaz gençliğin bir kısmını radikalleştirmeye başlamıştı. Bu süreç, Vietnam’a gönderilen ABD birliklerinin sayısı arttıkça ve geriye dönen kayıpların akışı büyüdükçe hızlandı.

1960’lar ilerledikçe, bu değişik güçler birbirlerini etkilediler. Ülkenin önde gelen siyah liderleri olan Malcolm X ve Martin Luther King öldürüldüler. Watts, Newark, Detroit ve diğer kentlerin gettolarında ayaklanmalar patlak verdi; gittikçe daha fazla insan savaş karşıtı hareket içine çekildi ve bir dizi muazzam savaş karşıtı gösteri Washington’da birleşti. Çaresiz kalan Başkan Johnson 1968’de yenilgiyi kabullendi ve yeniden adaylığını koymaktan vazgeçti. İçerde savaşın yarattığı ortam en kötü noktasına 1970 baharında Nixon’un Kamboçya’ya saldırısı sonunda ulaştı (bunu Ohio’da Kend State Üniversiteleri’nde öğrencilerin öldürülmesi izledi). Vietnam Savaşı’nın Amerikalılaştırılmasının mimarlarından olan Mc George Bundy o sırada basında şöyle diyordu: “Kamboçya kararında uygulanan yöntemle –ki bu kararın içerde nelere yol açtığı biliniyor- büyük bir eylem kararı daha alınacak olursa ülke ve yönetim paramparça olur. “Bundan sonra, Nixon geri çekilerek bir kez daha savaşın yükünü Saygon’daki kukla rejimin üstüne yıkmaya çalıştı.

Vietnam’ın ABD’yi derinden yaraladığını söylemek doğrudur, ancak bu deneyimin tarihi anlamını açıklamakta yetersiz kalır. Vietnam’dan önce ABD yönetici sınıfı ülke halkının imparatorluk çıkarlarını savunmak için gerekirse bir savaşta çarpışmak üzere gönüllü olacağını sanki kesin bir gerçekmiş gibi kabul etmişti; ne de olsa bu, yüzyıllar boyunca bütün imparatorlukların yaşaması için temel ön koşuldu. Ancak Vietnam, hiç olmazsa 20. yüzyıl sonundaki ABD örneğinde bunun artık doğru olmadığını kanıtladı. Bu yeni duruma Vietnam Sendromu adı verildi ve günümüz tarihinde önemi giderek artan bir rol oynamaya başladı.

Bundan sonraki evreye geçmeden değinilmesi gereken bir konu daha var: Diğer kapitalist güçler karşısında ABD ekonomisinin gerilemesi, tümüyle kapitalist ekonominin dünya bağlamında yavaşlamasıyla ortaya çıktı.

ABD ekonomisindeki döngüsel yükselme 1960 civarında başladı ve yeni Kennedy yönetiminin mali politikalarının uyarıcı etkisiyle atılım yaptı. Bunun üstüne ek olarak genişlemeci etkileriyle Vietnam Savaşı geldi. Böylece normalde 60’lar sona ermeden yerini durgunluğa bırakması beklenen ekonomik döngünün yükselen evresi, 70’lere uzamış oldu. Durgunluk nihayet 73-74’de başladı ve etkisi –gerek içerde, gerek dışarıda- II. Dünya Savaşı’ndan sonraki öncüllerinin hepsinden daha şiddetli oldu.

Bu zaman zarfında ABD’nin göreli ekonomik pozisyonu kısmen Vietnam Savaşı nedeniyle, ancak daha önemlisi diğer kapitalist merkezlerin savaş sonrası canlanmalarının devamından ötürü gerilemeye başlamıştı. ABD ödemeler dengesi üzerinde baskı yaratarak ve altının dışarı akışına yol açarak zayıfladı. En nihayet, 1971 yılında Nixon, ülkenin altın rezervinin daha fazla erimesini durdurmak üzere, doların, 1 ons altın = 35 dolar kuru üzerinden altına çevrilmesi yolunda yapılmış taahhütü geri aldı. Bu, o zamana kadar geçerli olan uluslararası para sisteminin temeliydi. Altın–dolar standardının yerine dalgalanan döviz kuru sistemi (yahut belki de daha iyi bir söyleyişle sistemsizliği) aldı.

1975’te, Vietnam Savaşı’nın sonunda ABD emperyalizmi kendisini ciddi olarak zayıflamış bir konumda buldu. Bunun nedeni kısmen savaşın kendisi, kısmen ise büyük kapitalist rakip-müttefikleri karşısında görece zayıflamış ekonomik gücüydü.

II. Dünya Savaşı’ndan sonraki kapitalist tarih, belki de o zamana kadar kaydedilenlerin en uzunu olan ve neredeyse 30 yıl süren uzun bir genişleme dalgasıyla başladı. Kesintiler olmadı değil, ancak durgunlular kısa ve yumuşak oldu. Buna karşın her yükseliş kısa zamanda bir öncekinin en yükse noktasına ulaştı. Bu büyüme modeli, 73-74’deki durgunluk dönemi ile sona erdi. Bütün ileri kapitalist ülkeleri etkileyen bu duraklama 1930’lardan bu yana görülenlerin büyük bir farkla en ciddi olanıydı. Olan şuydu: Savaş sırasındaki kayıpları ve kıtlıkları telafi eden, elektronik ve jet uçakları gibi yeni endüstri ve teknolojilerden yararlanan büyük bir yatırım patlaması, sermaye birikimi sürecinin yönlendirecek herhangi bir şeyi yerine koyamadan yolun sonuna gelmişti. Bütün endüstrileşmiş kapitalist ülkelerde inatla artan işsizlikle birlikte, iç ve dış borçlarda orantısız bir yükselmeyle belirlenen yeni bir durgunluk ortaya çıktı.

Bu koşullarda ABD ekonomisi deneyim birçok açıdan eşsizdir: GSMH ve istihdam alanında daha sağlıklı bir görüntünün oluşmasına neden olan borca dayalı tüketimin artışı ve ekonominin finans sektöründeki enflasyon, kapitalizmin diğer merkezlerinde görülenden daha büyüktü. Ancak bunun bir de öteki yüzü vardı: Enflasyon oranındaki hızın doğurduğu ABD ticaret dengesindeki bozulma ve genel “sanayisizleşme” eğilimi, sonraları daha da kötüleşecekti. Bunun sonucu olarak, dünyanın endrüstiyel güçleri arasında uzun süre koruduğu zirve konumunu yitirmeye başlayan ülkenin 70’lerin sonlarında içinde bulunduğu kötü durumu anlatmak için “pas kuşağı” (rust belt) “içi boşalmış ekonomi” (hollow economy) gibi bazı terimler kullanılmaya başlandı.

Yine bu dönemde imparatorluktan kopmalar rekor sayıya ulaştı: Etiopya 1974’de, Portekiz’in Afrika’daki sömürgeleri (Angola, Mozambik, Gine-Bissau) 74-75’te, Grenada 79’da Nikaragua 79’da ve Zimbamve 80’de koptu. ABD, doğal olarak bütün bu olaylarda karşı-devrimci bir rol oynamaya çabaladı, ancak kendi silahlı kuvvetlerini göndermekten dikkatle kaçındı. Bu kaçınmanın nedeni açıkça Washington’daki otoritelerin vicdanen tereddüt etmeleri değil, ancak halkta askeri maceralara karşı yerleşen güçlü nefret, kısaca Vietnam Sendromu idi. 1970’li yıllar bir yanda Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgali ve içindekilerin rehin alınması, Sovyetler’in Afganistan’daki dost hükümeti desteklemek için askeri birlik göndermeleriyle sona erdi. Her iki olay, ABD’nin zayıflığının belirtileri olarak algılandı. Öyle olup olmadığı tartışılabilir, ancak bu olayların ABD’nin dünyadaki gücünün kesinlikle gerilemede olduğu bir zamana denk düştüğü tartışılamaz. Rehine olayı ve Afganistan’a askeri müdahale kuşkusuz ABD’de bu durumun anlaşılmasına yardımcı oldu. Böylece bu olaylar 1980’de Ronald Reagan’ın seçilmesi için elverişli bir ortamın yaratılması, ardından da Reagan döneminin niteliğinin belirlenmesinde önemli faktör oldular.

III

1980’de Reagan’ın seçilmesi, ABD politikalarında sağa keskin bir dönüşün göstergesi oldu. Ocak 1981’de görevi alan yeni yönetim, birbiriyle bağlantılı iki büyük problemle yüzyüze geldi: Daha önce gördüğümüz gibi Vietnam Savaşı’ndan bu yana etkisini duyuran göreli güç kaybı ve 1979’da başlayan, 1970 sonlarındaki stagflasyon koşullarının doğurduğu gerileme süreci. Bu problemlerin üstesinden gelmek üzere seçilen politikalar iki aşamada düzenlendi. Birincisi; ekonomik durgunluğu derinleştirmek, aynı zamanda sendikal hareketlere şiddetli bir saldırı başlatmak, böylece enflasyon oranını aşağıya çekerek emek karşısında sermayenin konumunu büyük ölçüde güçlendirmek ve enflasyonun bir sonraki ekonomik yükselme döneminde tekrar başlamasını engellemek. İkinci düzenleme, ekonomide durgunluk tüm ağırlığıyla sürerken gerekli yasalarla önceden hazırlandı: zengin kesimi açıkça kollayan bir vergi reformu çok kapsamlı bir barış zamanı askeri silahlanması ile birleştirildi. Biri kamu harcamalarının büyük ölçüde genişletilmesi diğeri kamu gelirindeki yükselme potansiyelinin durdurulması şeklindeki yükselme potansiyeli durdurulması şeklindeki bu iki politika görülmedik düzeyde bir bütçe açığının ortaya çıkmasına yol açtı (“askeri Keynesçilik”) ve bu durum tüm Reagan döneminde (ve sonrasında) sürdü.

1983’te başlayan döngüsel yükselme, 1981-82’de yürürlüğe konulan politikalarla belirlenmişti. Bu yükselişin itici gücü büyük kamu açıklarıydı. Borca dayalı tüketim artışı ile, şirketlerin ve zengin kapitalistlerin kârlarını mıknatıs gibi çeken finansman sektöründeki büyük patlama da bu süreci hızlandırdı. Buna karşılık, fabrika ve donanımlara yapılan özel yatırımlar genellikle haberleşme, bilgi-işlem, yüksek teknolojiye dayalı ve yeniliğe yönelik diğer birkaç dalın yanı sıra ticaret ve iş merkezleriyle sınırlı kalarak, önemsiz bir hareketlilik gösterdi… Geleneksel endüstrilerin yetmişlerde başlayan boşaltılması (Hollowing out) süreci devam etti ve hatta, gittikçe daha çok sayıda çok uluslu şirketlerin üretim tesislerini ücretlerin daha düşük olduğu ülkelere kaydırılmasıyla hızlandı. İlk bakışta GSMH ve toplam istihdam gibi genel göstergelerde ekonomi oldukça iyi durumda görünüyordu. Ancak bu görüntünün altında zayıflama ve organizasyon bozukluğunun işaretleri sürekli olarak büyüyordu.

Bu durum, özellikle uluslar arası alanda vahimleşerek gözle görülür hale geldi. Reagan’dan önce başlamış olan ödemeler dengesindeki bozulma hızlandı. ABD üretici ve tüketicileri yabancı mallara, özellikle Japon mallarına, karşı açıkça doymak bilmez bir iştah geliştirdiler. Bu arada ABD ihracatçılarının dünya pazarındaki rekabet gücü ise geriliyordu. Bu büyük ve daha da büyüyen dengesizliği sürdürebilmek için ABD, çaresiz, ihracat fazlası olan ülkelerden borç almak zorunda kaldı. Bunun çarpıcı sonucu, Reagan idareyi alana kadar dünyanın en büyük borç veren ülkesi olan ABD’nin, o ayrıldığı zaman en büyük, en borçlu ülke konumuna dönüşmüş olmasıydı. (Resmi istatistiklere göre, 1980 yılında ABD’nin sınırları dışındaki aktif varlığı, yabancıların ABD’deki varlığından 106.3 milyar dolar fazlayken; 1987 bu oran yabancıların lehine 368.2 milyar dolar olarak değişti.)

Doğal olarak Reagan dönemindeki ABD ekonomisi hakkında çok fazla şey söylenebilirdi, ancak bu kadarı sanırım ana eğilimleri aydınlatmakta yeterlidir. Bununla birlikte, bu yıllardaki askeri tırmanışın sonuçları hakkında söylenecek daha çok şeyler var. Bu silahlanma eğiliminin boyutları, resmi istatistiklerde “Ulusal savunma” başlığı altında derlenen rakamlarla anlaşılabilir. Bu rakam 1970’lerde 887 milyar dolar iken, %222’lik bir sıçrama ile 80’lerde 2.845 milyar dolara yükselmiştir.

Kuşkusuz bu akıl almaz yükselişin bir nedeni gayrı resmi olarak benimsenen askeri-Keynesçilik doktrini gereği, açık harcamalar için olanak sağlamaktı. Ancak bu, tabi ki hikayenin tamamı değildi. Sağ kanat uzun zamandır ABD’nin genel güç kaybı konusunu abartarak ağlayıp sızlıyordu. İmparatorluk duvarları içerisinde tutulmuş olması gereken eski bağımlı ülkelerin korkutucu sayıdaki kaybı, veya (Portekiz sömürgelerinde olduğu gibi) İmparatorluk sınırları içine alınmış olması gereken ülkeler için özellikle Carter yönetimine çok ağır suçlamalar yöneltiliyordu. Reagan bu görüşleri tümüyle paylaştı ve gerçekten de, 1980’de Carter karşısındaki kampanyası büyük ölçüde ülkeyi eski üstün gücüne kavuşturma platformu üzerine kuruldu. Bu platformun ana dayanağı, Beyaz Saray’a gelir gelmez uygulamaya koyduğu muazzam askeri silahlanmaydı. Tepeden tırnağa kadar silahlanmış bir ABD elbette ki yeniden dimdik ayakta durabilecek (Reagan’ın sevdiği deyimlerden biri) Şer İmparatorluğunu (Sovyetler Birliği’ne verdiği isim) sindirebilecek, kendisinden önceki başkanların kayıplarını telafi edebilecek ve kapitalist dünyanın tepesindeki yerini tekrar alabilecekti.

Hayaller boşa çıktı. 1983’te Grenada’nın işgal edilmesi, devrimci rejimin yıkılması ve kukla bir hükümetin kurulması, Reagan yıllarının tek büyük zaferi oldu. Dünyanın en büyük askeri gücünün 115.000 nüfuslu minik bir ada karşısında kazandığı büyük bir zafer gerçekten!. Reagan’ın iktidara gelişinin hemen ardından başladığı, Nikaragua’daki devrimci yönetimi düşürme çabalarının başarısız kalması, çok daha çarpıcıydı. Yönetimde bulunduğu iki dönem süresinde bu çaba, yıkıcı faaliyetle ve kontralarla yürütülen savaştan, ABD birliklerinin doğrudan müdahalesine dönüşmenin eşiğine birkaç kez dayandı. Ama her defasında bu eşikte durdu. Çünkü kamuoyu yoklamaları, gösteriler, kongrenin muhalefeti ve bizzat ordunun isteksizliğiyle kendini gösteren Vietnam Sendromu onu engelledi. Reagan döneminin en büyük ikilemi, ABD’yi geçmişteki üstün başarılarına ulaştıracak gücü kazanmak için öngörülen trilyonlarca dolarlık programla yalnızca korkunç askeri makine yaratılması ve bunun en çok gerek duyulduğu zaman bile politik bir araç olarak kullanılmamış olmasıdır.

21 Ocak 1989’da Ronald Reagan Beyaz Saray’dan ayrıldığında imparatorluğun 1960 ve 70’lerdeki gerilemesini durdurmak ve gidişi tersine döndürmek yolundaki sekiz yıllık çabaların başarısızlıkla sona erdiği açıkça ortaya çıkmıştı.

IV

Elbette ki dünya ölçeğinde bir güç olan ABD’nin gücündeki göreli gerileme, ABD emperyalizminin sonu değildir. Bu gerilemenin anlamı, ABD imparatorluğu bütününün eski bağımlı üniteleri olan diğer büyük kapitalist güçlerin (özellikle Batıda Batı Almanya ile Avrupa Topluluğundaki ortakları ve Doğuda Japonya) sıkı ekonomik ve politik bağlara sahip oldukları bölgeleri kendi egemenlik alanları olarak birlikte götürerek, bu bağımlılık ilişkilerini kırma sürecine girmiş olmalarıdır. Başka bir deyişle kapitalist dünya, tepede bir egemen gücün olduğu tek bir piramit olarak biçimlenmek yerine, kendisini üç piramide ayırmaktadır. Bu, karmaşık bir süreçtir ve tamamlanmamış olmaktan çok uzaktır: Yeni bağımlılık ilişkileri kuruluyor; farklı büyüklüklerde olan bu üç piramidin (veya imparatorluğun) her birinin gelecekteki genişlemesi veya küçülmesi, bazen birisinin diğerleri zararına kazanması, bazen belki de şu anda kapitalist sistem dışındaki bir birimi yutması ya da dış dünyaya kaybetmesiyle, değişik oranlarda gerçekleşecektir. Hatta Sovyetler Birliği ve/veya Çin önderliğinde bir ya da iki imparatorluğun daha kapitalist dünyaya katılması mümkündür. (bazıları bunun muhtemel olduğunu söyleyecektir). Genel durum tümüyle bir değişim halinde ve bu ortamda bir çok yeni bileşimler, değiş-tokuşlar olasıdır. Bu aşamada güvenilir öngörüler olanak dışıdır; sürpriz bekleyenlerin düş kırıklığına uğrayacaklarını sanmıyorum. Önümüzdeki 10-15 yılda emperyalistler arası ilişkilerin biçimi konusunda spekülasyon yapmanın yararlı olacağını sanmıyorum, ama inanıyorum ki tüm imparatorlukları yani bir bütün olarak kapitalist sistemi etkileyen kimi eğilimler ayırd edilebilir. Başka birçok faktörle birlikte bu eğilimlerin ayrı ayrı emperyalist ülkelerin ve bunların birbirleriyle etkileşimlerinin ne olacağını belirleyeceğini söyleyebilirim.

Söz konusu eğilimler yeni değildir ve kapitalizmin olgunluk çağında sistemin ana çelişkilerinden doğmuştur. Sorunun özü, kısa zaman içerisinde kaybettiğimiz Joan Robinson tarafından kısaca şöyle belirlenmişti: “Tümüyle gelişkin bir kapitalist sistemde refah, normal durum değildir, ve sermaye birikiminin bizzat kendisi bir yandan serveti arttırıp tasarrufları teşvik ederek, diğer yandan yeni sermaye için talebi iyice doyurur, refaha ulaşmayı daha da zorlaştırır.”.

Temel mantık basittir. Sistem, sermaye birikimi tüm hızıyla ilerlediği zaman refaha ulaşır. Ama negatif bir geri tepme mekanizması da işler: Birikim, kendisini ilerleten talebi doyurur, ve dolayısıyla da, bir süre sonra, kendisinin yarattığı refahın altını oyarak zayıflatır. II. Dünya Savaşı’nın sonunda çok sayıda üretken fabrika ve donanım tahrip olmuştu ve eskimiş olan pek çoğu da yenilenmeden duruyordu; Savaş zamanındaki teknolojik hamleyle kurulan yeni endüstriler geliştirilmeyi bekliyordu; tıkanmış ticari kanallar yeniden açılıyor ve bunlara yenileri ekleniyordu. Altın ve dolar temelinde oluşturulan tutarlı bir para sistemi, her canlı ekonominin can damarı olan para ve sermaye akışını yeniden mümkün kıldı. Kısaca, büyük bir sermaye birikimi dalgası için gerekli olan bütün ön koşullar hazırdı. Ve süreç, bir kez başlayınca her zaman olduğu gibi, kendi kendini takviye aşamasını geçti. Savaş zamanı kargaşası ve Büyük Bunalım’ının anılarıyla bunalmış olan iş dünyası kendine güvenini yeniden kazandı; bu güven duygusu eskiden olduğu gibi birikim sürecini başlı başına ilerleten bir güç haline geldi. Bu yolda ekonomi alanı dışındaki bir olay, yani Kore Savaşı sistemin en büyük ünitesinde çok büyük ölçekli bir yeniden silahlanma programına yol açarak, ek bir uyaran oldu.

Dünya kapitalizminin savaş sonrası genişlemesinin niteliği böyleydi. Bu genişleme belki de kapitalizmin en uzun ve canlı dönemiydi. Ama bu uzun yükseliş eğrisine yol açan bütün etkenler geçici nitelik taşıyordu. Savaş sonrası kıtlıkları bitmişti; sıfırdan kurulmuş yeni endüstrilerin artık sadece bakıma ihtiyaçları vardı; ticaret ve para akışı yeni kanallara yerleşmişti, vb. Buna bağlı olarak, bu uzun genişleme, 1960 sonları ve 70 başlarında durulmaya başladı ve 73-74'deki ciddi duraklamayla doruğuna ulaştı. Ardından gelen döngüsel canlanma savaş sonrası standartlarına göre zayıftı; bu dönemi 1979-82’de çok daha ciddi bir duraklama izledi. Bu genişleme sırasında ortaya çıkan yeni bir güç, mal ve hizmet üretimindeki büyümeden daha hızlı oranlarda artan kamu ve özel sektör borçlarındaki artıştı. Kapitalist büyümenin geleneksel itici gücü olan özel yatırımlar geri plana itildi ve onların yerini yeni bir itici güç, yani borçlanmadaki orantısız yükselme aldı.

Bu gelişme en azından kimi yönlerde tüm kapitalist dünyayı etkisi altına aldı, ancak ABD’de daha önce başlayıp daha hızlı ilerleyerek öyle bir noktaya geldi ki, Reagan döneminde ABD’nin borç patlaması, bir bütün olarak sistemin genel gidişini belirleyen kesin faktör oldu.

Olayı biraz sadeleştirirsek diyebiliriz ki, 80’lerdeki uzun ABD genişlemesi gücünü, yönlendirici olmaktan çok geriletici faktör olarak davranan özel yatırımlardan değil, GSMH içerisinde hükümet harcamaları ile tüketim harcamalarına ayrılan payın genişlemesine kaynak sağlayan borçların artışından aldı. Ne var ki yukarıda belirtilen nedenlerle, iş dünyası ve aileler tarafından satın alınan malların büyük bölümü, ithalatla sağlandı. Bu ithalatın çoğu, üretim tesislerini ülke dışına taşıyan çok uluslu ABD şirketlerinden yapılıyordu. Sonuçta, çifti açık şu ünlü olay federal hükümetin bütçe açığı ile ülkenin ticaret açığı meydana geldi. ABD ticaret açığının Batıda Avrupalıların, Doğuda Japonya ve “4 kaplan”ın (Güney Kore, Tayvan, Hong Kong, Singapur) ticaret fazlası anlamına geldiğini kavramak gerekir. Bu fazlalar, yatırımın dinamik eşdeğeridir ve söz konusu ülkelerin ekonomilerinin iyi durumda oluşunun nedenidir. Keynesçilik sonrası dönemin ünlü bir ekonomisti olan Paul Davidson'un belirttiği gibi "bütçe açıkları ile dış açıklar, ABD'nin endüstrileşmiş ülkeleri 20.yüzyılın ikinci büyük bunalımından kurtarmak için kullandığı manivelalardır." (New York Times, başyazı sayfası, 23.0cak 1989)

Burası, yukarıdaki analizleri bütün sonuçlarıyla irdelemenin yeri değil. Bizim buradaki amacımız, dünya kapitalizminin 1990'lara girerken sergilediği göreli istikrarın çok çürük temeller üzerine oturduğunu göstermekten ibarettir. Ufukta Savaş sonrasının uzun canlanma dönemini sağlayan türde yeni bir sermaye birikimi dalgasının hiç bir işareti görünmüyor. Ve kapitalizmin tarihi konusunda en basit bilgilere sahip bir kimse bile, borcun sabun köpüğüne benzediğini, ne kadar çekici görünürse görünsün özünde kısa ömürlü olduğunu ve kendi kendini yok edeceğini bilir. Bu söylediğim, bugünkü düzenin mutlaka çöküşle sonuçlanacağı anlamına gelmez: elbette böyle bir olasılık vardır, ancak kimi zaman denildiği gibi bir "yumuşak iniş" de olasıdır. Önemli olan nokta, her iki durumda da şu anda sistemi destekleyen bu dürtünün eninde sonunda şimdiki fonksiyonunu yitireceğidir. Bu gerçekleştiği zaman kapitalizm, içinden kolayca çıkamayacağı yeni bir kriz devresinin içine düşecektir.

Bugün biçimlenmekte olan üç emperyalizmin, gelecek on yılda kendilerini böyle bir ortamda bulacaklarını varsaymamız gerekiyor. Genel geçer mantık, bize, bu güç koşullar altında yapılması gereken şeyin baş aktörlerin bir araya gelerek ileri görüşlü bir program hazırlaması olduğunu söyler: sistemi bir bütün olarak mümkün olduğunca istikrarlı bir büyüme yoluna sokmak üzere düzenlenecek böyle bir program, hepsinin çıkarına olacaktır. Ben, şahsen, bütün katılanları kendi kapitalist yönetici sınıflarınca benimsenemez önlemleri (örneğin gelir dağılımı ve yatırımların kontrolü ile ilgili olarak) almaya zorlamayacak böyle bir programın olabileceğine inanmıyorum. Ancak tartışmanın hatırı için gerçekten bu amacı sağlayacak bir programın var olduğunu düşünelim. Bu programın sözleşmenin taraflarınca kabul edilme ve uygulanma olasılığı ne olurdu?

Kapitalizmin yüzlerce yıllık tarihine göre hüküm vermek gerekirse, bu olasılığın gerçekten çok küçük olacağı yanıtını vermek zorundayız. Rakip emperyalizmler hiç bir zaman bir bütün olarak sistemin çıkarları temelinde anlaşamamışlardır. Her biri daima kendi öz çıkarı olarak algıladığı şeyin peşinden koşmuş ve söz konusu algılamalar daima birbiriyle bağdaşmaz bir nitelik taşımışlardır öyle ki ortaya çıkan sonuç her zaman savaş olmuştur. Tek bir gücün hegemonyasıyla belirlenen dönemlerde farklılıkların, hiç bir zaman yok olmadıkları halde kontrol altında tutulduğu ve savaşın önlenebildiği bir gerçektir. Ancak hegemonyanın yerini rekabet alır almaz anlaşmazlıklar yeniden kızışır ve durum normale döner. 19. yüzyılda İngiliz hegemonyasının bitiminden sonra durumun böyle olduğunu biliyoruz. 20. yüzyılda ABD hegemonyası biterken de bunun böyle olmaması için bir neden yok. Kuşkusuz nükleer güce sahip büyük devletlerarasında savaş ihtimalinin çok düşük olduğu ve bunun geçmişle günümüz arasındaki çok önemli bir fark olduğu konusunda güçlü kanıtlar var. Bu, muhakkak ki doğru ve çok önemli bir saptamadır, ama bizim burada üzerinde durduğumuz konuyla ilgili değildir. Bizim konumuz birbirleriyle rekabet eden emperyalizmler döneminin sonunda ne olacağı değil, şu anda içine girmekte olduğumuz dönemde gerçekte neler olacağıdır. Ve bu açıdan bakıldığında geçmişle olan benzerlikler konumuzu farklılıklardan daha çok ilgilendiriyor.

Öngörülebilir gelecekte dünyanın kronik bir kriz ortamına gireceği saptaması doğruysa önümüzdeki dönemde emperyalizmlerden her birinin esas olarak, genel ortamın kendi öz çıkarlarını en çok tehdit eden özel tarafıyla uğraşacağı sonucunu çıkarabiliriz. 1930'lardaki Büyük Bunalım sırasında durumun tam da böyle olduğunu ve bu durumun ne tür bir uluslararası ortama yol açtığını biliyoruz. Her ülke daima kendi pozisyonunu diğerleri zararına güçlendirmeye, örneğin bir ihracat fazlası yaratmaya veya bu fazlayı büyütmeye çalışıyordu. Diğer taraftan ise her biri, sözgelimi gümrükleri yükselterek veya ithalatı çeşitli biçimlerde kısıtlayarak kendisini diğerlerine karşı korumak gereği duyuyordu. Aynı zamanda her biri, etkin olarak kontrol ettikleri bağımlı ülkelerin sayısını artırmaya yöneldi. Sonuç, egemen bir endüstriyel/finansal gücün çıkarlarına hizmet etmek üzere içte sağlamca koordine olmuş, dışta ise geçmişteki kazanımları korumak üzere donatılmış ticari ve mali blokların doğuşu oldu. Sözü edilen dönemin koşullan içinde (burada incelenmesi gerekmeyen nedenlerle) karşıt egemen güçler genel olarak "zenginler" (İngiltere, Fransa ABD) ve "yoksullar" (Almanya, İtalya, Japonya) diye bilinen iki gruba bölünmüşlerdi. Birinci gruptakiler daha çok savunmaya, ikinci gruptakiler ise saldırıya yönelik şekilde biçimlenmişlerdi. Kuşkusuz II. Dünya Savaşının başlaması ve bizzat Büyük Bunalımın sona ermesiyle doruğuna ulaşan olaylar dizisine bu özel gruplaşma yol açmıştı.

Günümüzde uluslararası durumu değerlendirdiğimizde, kronik bunalımın fiili olmaktan çok potansiyel bir nitelik taşıdığı bir sırada bile, ticari ve mali blokların oluşumunu görebiliriz (örneğin ABD-Kanada serbest ticaret" anlaşması, Avrupa Topluluğunun iç duvarları kaldırma girişimi, Güneydoğu Asya'da Japonya'nın ticaret ve finansman alanındaki egemenliğinin güçlenmesi). iyice güçlendiği görülen bu eğilimlerin, ABD'nin "çifte açıklarının dengeleyici etkisi zayıfladıkça hız kazanmalarını beklemek için her türlü neden var. Bu gerçekleştiği zaman yeni emperyalist dönem tam anlamıyla başlamış olacaktır. Bu aşamada daha fazla şeyler söylenebileceğini sanmıyorum. Ancak yukarda sunduğumuz senaryonun, Büyük Bunalım döneminin daha başlangıcında gördüğümüz şiddetli çatışma öğelerini barındırır gibi bir izlenim vermediğini eklemekte yarar var. ABD, muhakkak ki daha önce de olduğu gibi savunmada yer almış durumda; diğerlerinin saldırgan tutumları ise ekonomik (endüstriyel ve finansal) güce dayanıyor ve askeri potansiyellerini artırmak yolunda girişecekleri çabalar bu saldırganlığı güçlendirmekten çok zayıflatacaktır. Bu arada, ABD'nin ezici askeri üstünlüğünün ABD ekonomisinin boynuna bağlanmış bir değirmen taşı olduğunu söylemeliyiz. Yeni emperyalist dönemde elindekileri korumak için ABD'nin daha fazla değil, daha az, evet çok daha az askeri güce gereksinimi var. Günümüzde büyük savaşların olası görünmemesi sadece nükleer silahların varlığından kaynaklanmıyor.

(Monthly Review, Ekim 1989)