10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 6 Şubat 1990 Propaganda yasağı özünde düşünce özgürlüğü yasağıdır

Propaganda yasağı özünde düşünce özgürlüğü yasağıdır

Ali Saim Tekin

10 Eylül dergisinin 1. ve 2. sayısının toplatılması ile ilgili duruşmaların ilki, 23 Ocak 1990 günü, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde gerçekleşti. Dergimizin sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü Ali Saim Tekin, duruşmada iddianameye ilişkin yazılı ifadesini okudu. Yazarlarımızdan Baykal Gürsoy, sözlü olarak verdiği ifadesinde, genişletilmiş savunmasını ilerideki duruşmalarda vereceğini belirtirken, yine yazarlarımızdan Orhan İyiler, duruşmaya, annesinin ani rahatsızlığı nedeniyle katılamadı. Aşağıda Ali Saim Tekin'in ifadesini sunuyoruz.

Sayın Yargıçlar, İnsanlığın 2000'li yıllara doğru ilerlediği şu günlerde huzurunuza bir derginin sahibi ve yazı işleri müdürü, yasak bir düşüncenin propagandasını yapma "suçu"yla sanık haline getirilmiş bir insan olarak çıkmış bulunuyorum. Öncelikle bu durumu İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi'nde dile gelen insan hak ve özgürlükleriyle bağdaştıramadığımı bilmenizi isterim. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 19. maddesinde aynen şöyle denmektedir: "Her bireyin düşünme ve düşüncelerini açıklama hakkı vardır. Bu hak, düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ulusal sınırlar söz konusu olmaksızın bilgilenme ve fikirleri her araç ile aramak, elde etmek ve yaymak hakkını gerektirir." 10 Eylül dergisi, siyasal nedenlerle, çıkmasının hemen ertesinde toplattırılmasıyla, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin yukarıda belirtilen maddesiyle benim ve dergimiz yazarlarının sahip olduğu düşünme ve düşüncelerini açıklama hak ve özgürlüğü ortadan kaldırılmıştır. Dahası burada yargılanmakla, düşüncelerimden dolayı rahatsız edilmekteyim. Bu durum da İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi'nin adı geçen hükmünün açıkça çiğnenmesi anlamına geliyor. Ayrıca toplatmalara karşı avukatımın yaptığı itirazlar, inandırıcı bir gerekçeye dayandırılmaksızın reddedilerek, yargı sonucu beklenilmeden bir yandan fiilen düşünceleri yayma hakkı ortadan kaldırılmakta, öte yandan derginin satışı engellenerek ticari mağduriyetime yol açılmaktadır.

Sayın Yargıçlar,

Hukuk sisteminin TCK'nın 142. maddesiyle içine düşürüldüğü trajikomik durumu çarpıcı bir biçimde gösteren bir olayı yansıtmak istiyorum. Cezaevlerinden gelen mektuplarda 10 Eylül dergisinin toplattırıldığı için idarece yasaklanarak kendilerine iletilmediği belirtilmekte. Komünist olduğu için cezaevlerinde tutulan insanlara "komünizm propagandası yapılması" böylece engellenmeye çalışılmaktadır(!)

10 Eylül dergisi yayın hayatına başlarken verdiği beyannamede siyasal nitelikli bir dergi olduğu belirtilmesine rağmen, siyaset yapması köhneleşmiş bir anlayışla engellenmeye çalışılmaktadır. Bu durumda siyasetin ne olduğunun belirlenmesinde fayda olacağı inancındayım.

Siyaset nedir? Siyaset genel anlamıyla devlet içinde bulunan iktidar kavramına yakından bağlıdır ve bu iktidarın ülkedeki bütün bireyler için geçerli olmak üzere kullanılmasıdır. Böylece ilk bakışta siyaset, iktidara sahip olanların bunu kullanmaları, yerine getirmeleri olarak gözükmektedir. Fakat daha geniş bir açıdan iktidara sahip olmak için girişilen mücadele, iktidara sahip olanları etkileme amacındaki eylemler, kısaca, iktidarı, ülke yönetimini ele geçirme ve etkileme amacındaki eylemler ve bu alanda etkin faaliyette bulunma durumları da siyaset kavramının içine girmektedir. Bu durum da siyasetin ülkedeki en yüksek iktidarı kullanılmasıyla sınırlı tutulması, kavramı darlaştırmakta, tek tek her yurttaşın ya da toplumdaki sınıf ve katmanların siyaset yapma hak ve olanağını ortadan kaldırmaktadır. Toplumsal yaşamın pratiğinde siyaset yapma her türlü daraltıcı yaklaşımı aşarak, iktidarların ele geçirilmesi için mücadele edilmesini, iktidara doğrudan ya da dolaylı bir biçimde etkide bulunulmasını belirleyen eylemler bütününü kucaklayarak bugünkü genişlik ve zenginliğine ulaşmıştır.

10 Eylül dergisi yayın yaşamına siyasi niteliğiyle girerken, siyaset kavramının zenginliğinin toplumsal yaşamın pratiğinde örülmesine katkıda bulunmak üzere davranmayı ilke edinmiştir. Bu ilke uyarınca siyasal yaşamda yer almak, karşılıklı mücadelelerin oluştuğu ve toplumdaki isteklerin, genel duyguların karşılandığı ve yönetildiği bir süreçte yer almak demektir. Kısaca, siyasal yaşam olarak adlandırılabilecek bu süreç, siyasal iktidar tarafından yapılan bir gözlemle karşılıklı mücadelelerin süregeldiği bir yaşamdır. Bu mücadele bir yandan siyasal iktidarı elinde tutan kişiler, gruplar ya da partiler arasında ve diğer yandan da iktidar sahipleriyle bireyler arasında meydana gelir. İktidar sahipleri iktidarlarını devam ettirmek, kullanmak için hareket ederler, iktidara sahip olmayanlar da iktidarlara etkili olma ve ileride bunu ele geçirmek için karşı gelirler ve direnişte bulunurlar. Bu hareketlilik ve karşılıklı etkileme toplumda belirli bir bilinçlenme yaratır. 10 Eylül dergisi, insanlık tarihinin dününü ve bugününü göz önüne alarak, insanlığın yarattığı değer ve deneyimleri kendi yorumuyla yakalayabildiği, kendi toplumsallığıyla toplumdaki bireyleri, eğilimleri sürekli değerlendirerek tek tek bireylerin, toplumsal sınıf ve katmanların duygu ve isteklerinin bilinçlendirilmesine katkıda bulunmaya çalışmakta, onların iktidarla karşılıklı mücadelelerinde bilinçlenmelerini gözetmektedir. Dünyadaki ve ülkemizdeki gelişmeleri, olayları, bilimsel bir dünya görüşüyle ele alıp değerlendirip, yorumlayarak toplumsal bilincin gelişip güçlenmesini amaçlamaktadır. 10 Eylül dergisi mevcut iktidarın değiştirilerek başını işçi sınıfının çektiği tüm çalışanların iktidarının kurulması, her türlü eşitsizliğin, baskının ve sömürünün ortadan kaldırıldığı bir ülke ve dünyanın kurulmasını, kısaca sosyalizmi geniş yığınlara anlatıp benimsetmek hedefini önüne koymuştur. 10 Eylül dergisi bu hedefin gerçekleşmesi için katkı ve katılımda bulunan yazar ve diğer çevreleriyle düşünme, düşüncelerini yayma ve örgütlenme hakkına sahip çıkarak siyasal yaşama katılmaktadır. İktidarların kabullenemediği her eleştiri, her yaklaşım, her düşünce ve bu doğrultuda iktidarları hedefleyen her eylem, iktidar sahiplerince siyasal bir suç olarak ilan edilip kabul edilmiştir. İnsanlık tarihi kadar köklü olan siyasal suç, toplumlardaki, siyasal, toplumsal, iktisadi olayların ve çeşitli düşünce akımlarının etkisiyle değişmiştir. İlk insan topluluğu olan ailenin kuruluşundan itibaren, bunun devamlılığının sağlanması başlıca amaçlardan biri sayılmış ve bunun devamlılığının sağlanması için ailenin varlığına karşı hareketler ağır cezalarla karşılanmaya başlanmıştır. "Varlığın korunmasına ilişkin içgüdüsel tepki, siyasal suçun ilk kaynağını oluşturmuştur. Ailenin diğer ailelere karşı kendini koruyabilmesi, gittikçe belirginleşen bir güç ile mümkün olabilmiş ve bu üstün güç topluluğun varlığı ile, bir süre sonra aynı anlamda sayılmaya başlanmıştır. Siyasal suç ilk değişime bu noktada uğramış ve topluluğu -aileye karşı olma durumu- aile içindeki üstün güce yöneticiye karşı olma anlamını kazanmıştır. Bu başlangıç, çağlar içerisinde değişik uygulamaların ve gelişmelerin temelini oluşturur.

Sayın Yargıçlar,

İlk çağlarda Eski Mısır'da, din kurumunun taşıdığı büyük önem nedeniyle, din adamlarının emirlerine aykırılık siyasal nitelik taşımakta, dinin korunması aynı zamanda devletin korunması amacını taşımaktaydı. Bu gibi eylemlerde bulunanlar, çarmıha gerilir, dilleri kesilir ve yalnız kendileri değil, aileleri de aynı cezalarla cezalandırılırdı. Eski Hint'te hükümdarın adını övmeden belirtmek, hükümdarın diğer insanlar gibi ölümlü bir kişi olduğunu söylemek ölüm cezasıyla cezalandırılmak için yeterliydi. Eski Yunan'da ülkenin demokrasiyle yönetildiği dönemlerde, demokratik düzeni ortadan kaldırmak, halk düşmanlığı ve siyasal suç sayılırdı. Bu suçları işleyenler ölüm cezalarıyla cezalandırılarak mal varlıklarına el konurdu. Atina sitesindeki uygulamaya göre, ülkenin özgür kurumları için tehlikeli görülen kişilerin yargılanmaksızın ülke dışına çıkarılması söz konusuydu. Atina'daki bu hukuk düzenlemesi derin bir düşünsel yaşamdan kaynaklanmaktaydı. Kişinin site için uyumlu bir varlık olması, site yöneticilerinin de yetkilerini kötüye kullanmamaları bazı düşünürler tarafından belirtilmişti. Aristo da sitenin demokrasiyle yönetilmesi gerektiğine, bireylerin siyasal haklara sahip bulunduklarını ve siyasal erki tek başına elinde tutan, siyasal erki zorla ele geçiren ve onu kötüye kullanana kimseye (tiran) katlanılamayacağını belirtirken, siyasal suçun bir işleniş haline, adeta hukuksal uygunluk sebebini getirmekteydi. Aristo'ya göre, "hiçbir hür birey tirana katlanamaz... Sitede baş gösteren devrimler, uygulanmakta olan düzenin dayandığı ilkeyi kötüye kullanmaktan, yöneticilerin serinkanlılığı ve dengeyi bırakarak aşırılığa kaçmalarından ileri gelir... İktidardaki kişi ya da kişiler topluluk üyelerine acımasız davranırlar, yerli-yersiz baskı yaparlarsa, kendileri ne aşın kazanç sağlamaktan başka tutkuları olmazsa, bu durumda topluluk devrimlere sürüklenir... İnsanları aşağılayan tutum ve davranışlar da devrime ve iç savaşa neden olabilir."

Siyasi iktidarların henüz merkezi bir otorite şeklinde belirmediği, fakat geniş ailelerin ortak bir gücü olduğu dönemlerde, devlete karşı suçlar, topluma bağlılık borcunun, düzene karşı beslenmesi gereken sadakatin ihlali olarak görülmüştür. Zamanla kavimler arası savaşlarda başarılı kişiler toprak sahibi ya da asker şef olmuşlar sonra da kraliyet rejimi kurulmuştu. Bu sistem kilisenin ve düşünürlerin etkisiyle Roma hukukuna çok benzer bir uygulamayı da getirmişti. Bu uygulama içinde kralın kişiliği kutsallaştırılmış, din ile din adamları da aynı ayrıcalıktan yararlandırılmıştır.

Buna rağmen ortaçağ tarihi halk yığınlarının başkaldırılarıyla doludur. Sefalet içindeki halk yığınları sürekli olarak ayaklanmışlar, mevcut düzeni değiştirmek istemişlerdi. Siyasal suçlar, üstün siyasal gücü elinde tutan kişi ve kişilerin güvenliğiyle ülkenin egemenlik ve güvenliği özdeşleştirilerek bu tür suçlar ağır cezalarla karşılanmışlardır. İnsanlık tarihi siyasal suçlulara uygulanan ağır bir ceza sistemiyle doludur.

Siyasal suçlar konusunda 18. yüzyıl sonlarında gerçekleşen Büyük Fransız Devrimi olumlu yönde değişikliklere yol açmıştır. Siyasal iktidarların çok sık meydana gelen devrimlerle, sık sık el değiştirmesi sonucu, insanların çok kısa zaman aralıklarında kahraman ya da hain sayılmaları, toplumlarda kuşkular yaratmıştır. Bu devrimlerde önemli eylemlerde bulunanların, toplum yararına siyasi iktidarı ele geçirmeye çalışanların, devlet gibi soyut bir güçle mücadele etmeleri, toplumda daha hoşgörülü bir tutumun gelişmesine yol açmıştır. Günümüzde de siyasal iktidarları ellerinde tutanların meşru ya da gayrı-meşru olarak nitelendirilmeleriyle eylemlerin de buna göre değişmesi,

bu suç sahiplerinin insanlık, ülke, ulus gibi yüce duygularla hareket etmeleri, bu yaklaşım ve anlayışın gelişmesini dayatan başlıca etken olmuştur. Siyasal suçlular artık eskisi gibi düşman olarak sayılmamaya, ülkeyi ve siyasal kurumlan geliştirmeye çalışan bir kimse olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Nitekim Guizot bu konuda şöyle demektedir: "Siyasal suçlarda bir kesinlik yoktur. İleride işlenmesi tasarlanan suçun henüz yaşamda ifadesini bulmamış ilk düşünsel aşamasıdır. Dolayısıyla kesin olmayan bir konuda ceza verilmemelidir."

Devleti, kendi öz yapısı yönünden kamusal kurallarla koruyan, kendine özgü çıkarları olan hukuki varlık olarak kabul eden siyasi iktidarlar, her şeyi devlete kendi egemenliklerine bağlı görmektedirler. Bu siyasi iktidarlara göre her şey devlete bağlıdır. Devlet dışında insan, manevi değer yoktur. Bu varlıkların var olma hakkını ve değerini devlet vermektedir. Bu açıdan insan ancak devletin gereklerini yerine getirdiği devletin ayrılmaz bir unsuru olduğu an bir değer kazanmaktadır. Devlet bu anlayış bütünü içinde, demokratik hak ve özgürlüklerin tam anlamıyla baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde toplandığı, zor kullanma tekelini devletin korunması adı altında dilediğince kullandığı bir duruma gelir.

Demokrasinin olduğu ileri sürülen ülkemizde düşünce özgürlüğünün üzerindeki baskı ve yasakların sürdürülmesiyle, demokrasimizdeki "şaibe"nin devam etmesine neden olan egemen güçlerin -ve siyasal iktidarların- çabalarını anlamlı bulmaktayım.

Demokrasinin bir gereği olan düşünce özgürlüğü üzerindeki baskı ve yasakların kaldırılmadan, demokrasimizin bu lekeden arındırılması tartışılır olmaktan kurtulması mümkün değildir. Peki demokrasinin vazgeçilmez koşulu olan düşünce özgürlüğü nedir? Neden baskı ve yasaklar alanda tutulmak istenmektedir?

Günümüzde düşünce özgürlüğü, düşünce ve düşüncelerin açıklanabilmesi özgürlüğüdür. Düşünce özgürlüğü, söz, basın ve benzer yöntem ve araçlarla düşüncelerin başkalarına iletilmesini ifade etmektedir. Bu özgürlüğü, düşünme ve düşünceyi açıklama halinde ikiye bölmek, birincisini sınırsız, ikincisini sınırlı tutmak aslında düşünce özgürlüğü yoktur demenin başka bir biçimde ifade edilmesinden başka bir şey değildir.

Düşüncelerin açıklanabilmesi kavramından ne anlamalıyız? Propaganda yapmak bu kavramın içine girer mi?

Siyasal propaganda, düşünceleri etkilemek ya da yönlendirmek, bir düşünceye taraf olmak amacıyla yapılan sistemli ve etkin bir çabadır. Bu niteliğiyle propaganda, düşünceleri açıklama özgürlüğünün doğal ve olmazsa olmaz bir parçasıdır. Propaganda yasağı, özünde düşünce özgürlüğü yasağıdır.

Demokrasi içindeki anayasaların, kişilerin düşüncelerini sınırlamak ve belli bir kalıp içinde tutmak gibi bir işlevleri yoktur. Bunun tersi, yani devletin temel nitelikleriyle sınırlanmış bir düşünce özgürlüğü faşist rejimlere özgü bir olaydır. Nitekim bugün beni sanık durumuna getiren Türk Ceza Yasası'nın 142. maddesi de faşist İtalyan Ceza Yasası'ndan alınmıştır ve böylesi bir karakter taşır.

Bugün ülkemizde demokrasi yolunda adım atma çabalarının karşısında TCK'nın 141 ve 142. maddelerinin dikili durduğunu yalnızca devrimciler, sosyalistler değil, egemen siyasal güçler bile dile getirmektedir. Yani bugünün Türkiye'sinde siyasal iktidar, kendi varlığını korumak için getirilmiş bu maddelerin meşruluğunu tartışmaktadır. Bu tartışmanın boyutu bakımından bir fikir vermesi için İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'ni 1989/229 Esas sayılı kararında vurgulanan şu hukuk anlayışını esinlendirici bularak aktarmak istiyorum: "Kaldı ki, fikir ve düşünce suçlarının toplumun ulaştığı sosyal, kültürel ve çağdaş seviye itibariyle ceza yaptırımına konu edilmemesi gerektiği yönünde etkin bir ortamın doğduğu, bu düşünce ve görüş değişiminin en yetkili kurum ve kişilerce de benimsenir ve açıklanır olduğu, fikir ve düşünce suçlarına ilişkin yasal düzenlemelerin değiştirilmesi ve bu tür fiillerin suç olmaktan ya da hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektirir fiil sayılmaktan çıkarılması halinde, Türk Ceza Kanununun 142. maddesi uyarınca bu yeniliğin geçmişte suç işleyenlere de şamil olacağı toplumda vaki olan ve yasal düzenlemelere yansıma eğilimi gösteren bu tür görüş değişikliklerinin ceza yargıçlarınca gözetilmemesinin haklı sayılamayacağı, aksi halde yargı erkinin toplumun dinamizminin gerisinde kalarak sosyal yapıya uyumsuz bir kurum durumuna düşeceği görüş ve düşüncesiyle..."

Sayın Yargıçlar.

141 ve 142. maddelerin ceza yasasında bulunması bunların siyasi iktidara ve ülkedeki duruma göre değişik zamanlarda değişik biçimlerde uygulanmasına zemin oluşturmuştur. Yakın tarihimize bakacak olursak, 12 Eylül 1980 öncesinde yasal olarak kurulmuş siyasal partiler, dernekler hakkında bu dönemde bir kovuşturma açılmamışken, 1980 sonrasında birdenbire 141 ve 142. maddelerle binlerce kişi bir çırpıda sanık haline getirilmiş, cezaevlerine doldurulmuştur. Dün yasalara uygun olan kuruluşlar yasadışı ilan edilivermiştir. Şu anda ben de 142. maddenin tipik bir uygulamasıyla yüz yüze bulunduğumu düşünüyorum. iddianamede "Barış Savaşımında Türkiyeli Olmak" başlıklı yazımdan dolayı 142. maddeyi ihlal ettiğim ileri sürülüyor. Sayın Yargıçlar, İkinci Dünya Savaşı'nın insanlığın tanıdığı bu büyük felaketin başladığı 1 Eylül günü, tüm dünyada ve ülkemizde Dünya Barış Günü olarak anılmaktadır. Tüm insanlık "Bir Daha Asla Olmasın" diyerek bu büyük yıkımı her yıl hatırlamakta ve insanlığın en eski düşü olan barışa çağrı yapmaktadır.

Gerçekten de barış insanlığın savaşları tanımadığı o ilk yaşam yıllarının bir ürünüdür. Barış yalnızca savaşın olmaması durumu değil, insanların bir arada, kendilerini geliştirebilmelerinin maddi zeminidir. Bu anlamıyla da insanlığın o ilk dönemlerine ait bir yaklaşımı dünya yüzünde yeniden kurmak çabasıyla her zaman bağlı olagelmiştir. Bugün dünyada gerçekten barıştan yana olanlar ve onu torpillemek isteyenler bir arada var olmaktadır. Bu yüzden barış uğrunda savaşım, bugün insanlığın bu düşünü gerçekleştirmek için mücadele etmenin zorunlu olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer milyarlarca dolar hâlâ toplu kırım silahları için harcanıyorsa, bu harcamadan çıkan olanlar varsa, savaş insanlığın önünde ciddi bir tehdit olarak durmaktadır. Bu konularda aklı başında hiç kimsenin barış karşıtı fikirler savunması olanaklı değildir.

Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan ve Savaş Suçlularını yargılayan Nürnberg Mahkemesi'nde ve daha sonra Birleşmiş Milletler'de "İnsanlığa Karşı Suçlar" tanımlanırken, faşizm, savaş ve soykırım propagandası vb. sıralanmıştır. Yani barışı savunmak, insanlığa karşı suç işlenmesini önlemenin zorunlu bir gereğidir.

Ne garip ki ben burada barışı savunduğum için, insanlığa karşı suç sayılan faşizmin ceza yasalarından alınmış 142. maddeyle sanık durumuna düşürülüyorum. Gerçekten de bu durumdan insanlık adına utanç duyuyorum.

Yazımdaki bütünsel amaç, sizlerin de görebileceği gibi, barış konusunun bugünün dünyasında ve Türkiye'sinde aldığı boyut ve taşıdığı anlamla ilgilidir. Bu yazının bütünü bir tarafa konarak Savcılık tarafından ana vurgusu göz ardı edilerek, içinden çekilip alınan birkaç cümleyle suçlanıyorum. Bu her şeyden önce temel hukuk mantığına aykırıdır. Bu noktayı sizlerin değerlendireceği düşüncesiyle geçiyorum.

Ve soruyorum: Ülkemizde insanlar topraklarında "savaş hali", "olağanüstü hal", "bölge valiliği", "koruculuk" kurumu, "kimyasal silah kullanımı" istiyorlar mı? Ben istemiyorum. Ülkemizde yaşayan insanların da istemediğini, dahası istememesi gerektiğini savunuyorum. Bunların olduğu yerde bansın olamayacağına inanıyorum.

Yine soruyorum: "Operasyon" ve "sıcak takip" açıklamalarının ardından insanların topluca kırılmalarını, işkenceye uğratılmalarını, yakılmış cesetlerin bulunmasını, kurşunlanmış köylülere, toplu mezarlara rastlanmasını savunan var mı? Ben bunlara "dur" denmesini istiyorum. İnsanlık bilinci taşıyan herkesin bu isteğime katılacağını düşünüyorum. Türkiye topraklarında on milyon insanın Kürt olduğu için "düşman" ilan edilmesini tepkiyle karşılamamak olanaklı mı? "Düşman" ilan edilen yerde bansın olması düşünülebilir mi? Bugün aklı başında hiç kimse Türkiye'de Kürt yok demiyor, diyemez. Ben tüm uluslardan insanların olduğu gibi, Türklerin de Kürtlerin de barış içinde eşit haklara sahip olarak yaşayabileceklerine ve yaşamaları gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle hiçbir ulusun "düşman" ilan edilmesini doğru bulmuyor, bunun barışı tehdit ettiğini düşünüyorum? Kim "düşman" ilan ediyor sorusunun cevabını ben vermiyorum, tüm günlük gazetelerde bu sorunun cevabı bulunabilir.

Sayın Yargıçlar,

Barış savaşımını günümüz dünyasında ve ülkemizde yürütme kararlılığında bir insan olarak, barışı savunmanın suç olduğunu, insanlar ve uluslar arasında kardeşliği savunmanın, dostluğu savunmanın suç olduğunu kabul etmiyorum. Yalnız ben değil, tüm insanlık ailesi de böylesi bir suçu tanımıyor. Ama faşist yasalardan alınmış 142. maddeye göre barışı savunmak suç olabilir; gerçekten de Mussolini İtalyası'nda, Hitler Almanyası'nda barışı savunmak suç, savaşı savunmak kahramanlıktı. Eğer faşizmin bu temel felsefesi 142. madde aracılığıyla bugün ülkemizde hâlâ sürdürülmek isteniyorsa, samimi olarak suç işlemeye devam edeceğimi de bilmenizi isterim.

Sayın Yargıçlar,

10 Eylül Dergisinin 2. sayısında "Tarihten" bölümünde yer alan yazı İ. Bilen'in 1979 yılında ülkemizde Barış ve Sosyalizm Sorunlan dergisinde yayınlanmış "Yığın Bağları-TKP'nin Güç Kaynaklan" yazısıdır. Bu yazıda da komünizm propagandası yapıldığı iddianame'de yer almaktadır. İ. Bilen, Türkiye Komünist Partisi'nin o zamanki genel sekreteridir. Komünist Partisi'nin genel sekreterinin düşüncelerinin komünizm yönünde olmasından daha doğal bir şey olamaz. Elbette komünizm propagandası suç olarak görülürse. Ancak bu yazıyı benim yayımlama amacım, bu suçu benim işleyip işlemediğim de dikkate alınmamış gözüküyor. Türkiye Komünist Partisi, biz isteyelim, istemeyelim ülkemizin en eski siyasal partisidir ve değişik biçimlerde ülkemiz siyasal yaşamında var olagelmiştir. Bu partiye ilişkin olarak birçok araştırma, inceleme yapılmış ve siyasal tarihimiz bakımından TKP'nin rolü irdelenmeye çalışılmıştır. Bu araştırmalar son yıllarda yoğunlaşmıştır. İşte ben bugün piyasada bulunması oldukça zor olan bu dergide yayımlanmış ve 1970'li yıllar TKP'sini temsil kabiliyetine sahip olduğunu düşündüğüm bu yazıyı, bu konuda bilgilenmek isteyenlere birinci elden bilgi sağlamak amacıyla yayınladım. Kastımın, bu yazı aracılığıyla herhangi bir propaganda yapmak olmadığı, sanırım açıktır.(...)