1978
yılının Ağustos ayında yurtdışından İstanbul`a dönüyorum.
7.5 yıllık bir cezam var, ayrıca 80 yıla kadar hapis cezası ile
de davalarım sürüyor. Taşıdığım kimlik ve yanımdaki
malzemeler ve bana verilen görevin verdiği tedirginlikle İstanbul'a
iniyorum uçakla.
Maceralı
bir 15 saatten sonra kalacağım yere geliyorum. Kalacağım yer yine
İstanbul. Ama kalacağım eve ulaşmam yaklaşık 15 saat sürüyor.
Çünkü geldiğim tarihte sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı
var ve üstelik bayram. Üstüne üstlük Yeşilköy'de bavullarım
gelmiyor. Kaybettiğim zaman nedeniyle çantamdaki malzemeler ve
başka kimlikle İstanbul Düzce arasında 15 saati geçirmek
zorunda kalıyorum. Kalacağım eve ertesi gün 8 9 sularında
ulaşıyorum. Karşılaştığım kişi şaşkın, ben ise 24 saatten
beri şaşkınım.
Birkaç
gün sonra beklediğim kişi, Aydan Bulutgil, geliyor. Benden
"emanetleri" ve pasaportu alıyor. Birkaç soru ve yanıttan
sonra onda da bir şaşkınlık seziyorum. Anlaşılan benim gibi bir
misafiri pek beklemiyormuş. Biraz düşünelim diyor ve yeni bir
randevu günü saptayarak gidiyor. İkinci buluşmamızda bir müddet
sonra Bursa'ya gideceğimi ve bir ailenin yanında kalacağımı
söylüyor.
Bursa'ya
verilen adrese gidiyorum. Tam hatırlamıyorum ama 3 veya 4 ay bir
ailenin evinde kalıyorum. Onlar gündüz işe gidiyorlar. Ben ise
bütün gün evde ses çıkarmadan ayaklarımın ucuna basarak
yaşıyorum. Bu arada güya bana verilen parti görevini de yapmaya
çalışıyorum. Bana verilen görev birçok özel yayını izlememi
gerektiriyor. Oysa ben dışarı bile çıkamıyorum. Ayrıca
yaptığım çalışmayı benden başka bir tek Aydan biliyor. Ev
sahiplerinden yaptığım işle ilgili bazı şeyler istediğimde de
kuşku yaratıyorum. Neyse, 3 4 ay süresince bana ev sahipliği
yapan kişiler, beni elden geldiğince rahat ettiriyorlar. Onlara bu
konuda "minnet" borçluyum. (Çok sonraları bana ev sahipliği
yapan kadın arkadaşın vefat ettiğini öğrenecektim. Ayrıca beni
evinde saklayan erkek arkadaşı da daha sonraları 1981 yılının
Mayıs ayında Partiye yönelik darbeye kadar birkaç kez
görecektim.) Birkaç kere Aydan ile bu evde buluşuyoruz.
Bir
müddet sonra artık benim kendi evime çıkmam kararı veriliyor.
Bursa'da Tayakadın semtinde bir ev tutuyorum. Çevreden dikkat
çekmemem için de bir işimin olması gerekiyor. Yani sabah 8'de
evden çıkıp akşam üzeri 5 6 civarında eve gelecektim. Yeni
eve çıkmamla birlikte benim her türlü işimle Ulvi Oğuz
ilgilenmeye başladı. Bana da Bursa'da bir muhasebe bürosuna
gitmek düştü. İşte böylelikle Hasan Öztürk'ü, orada
çalışan diğer arkadaşları tanıma fırsatı buldum. Bana büroda
hiç kimse bir soru sormadı, bir müddet iş de vermediler. Bütün
gün gelip orada oturmaktan canım sıkılmaya başlamıştı. İş
istedim, neyse bana iş bulma konusunda epeyce çaba sarfetti
arkadaşlar. Bu arada bana Ulvi Oğuz aracılığıyla Almanya'ya
gideceğimiz haberi geldi. Ulvi'nin o zamanki eşinden Almanca ders
almaya başladım.
Kasım
ayının ortaları. Yine her zamanki gibi işten eve geldim. Akşam
11.30 sıralarında yatmaya hazırlanırken, birden kapının zili
çaldı. Zil sanki takılmıştı. Durmadan çalıyordu. Pek hayra
alamet değildi. Gözetleme deliğinden baktığımda, ellerinde
silah olan polisler duvara dayanmışlar, kapının açılmasını
bekliyorlardı. Ya kapıyı açacaktım, ya da kapıyı kıracaklardı.
Birkaç saniyelik düşünmeden sonra kapıyı açtım ve en az 5 6
polis ellerinde tabanca ve otomatik tüfeklerle eve daldılar. Beni
bir kenara itip tüm eve dağıldılar. Koltukları ters yüz edip
altlarına bakıyorlar, mutfakta her yeri karıştırıyorlar, diğer
odalarda yatak ve dolapları alt üst ediyorlardı. Ben ise diğer
odalara polisin peşinden gidip ne aradıklarını ve aradıkları
şeyleri bulup bulamayacaklarını kestirmeye çalışıyordum.
İlk
dakikalardan sonra ve polislerin kendi aralarındaki konuşmalardan
doğrudan beni aramadıklarını kestirmiştim. Ancak evde
bulunmaması gereken birkaç şey vardı. Bana ilk girişte kimliğimi
sorduklarında, Bursa'da kullandığım sahte kimliği göstermiş
ve işyeri olarak da Çekirge taraflarında bir büroda çalıştığımı
söylemiştim. Ancak evde saklanmış bir yerde iki kimlik daha
vardı. Biri gerçek adıma, bir diğeri de başka bir isme ait iki
kimlik. İş bununla da bitmiyordu. Evde Atılım
vardı, bana verilen görevle ilgili birkaç legal yayın ve yine
bana verilmiş görevle ilgili benim hazırladığım bazı
malzemeler vardı. Bunları hatırlayınca insanın ister istemez
içinde fırtınalar kopuyor. Benim çalışma odamı arayan ve
ekibin şefi olduğunu konuşmalardan anladığım polisin yanına
gittim. Tam o sırada Atılım 'ların
olduğu rafı arıyordu. Tek tek yayınlara baktı, Atılım 'ları
es geçti ve sanırım tam o sırada öteki kimlikleri buldu. (Şimdi
hatırlamakta zorluk çekiyorum. Öteki kimlikleri başka bir polis,
başka bir yerde bulmuş olabilir. Ama arama yapan polis ekibi
şefinin Atılım 'ları
es geçtiğini kendim gördüm.)
Polisler
istediklerini değil, belki de istemediklerini bulmuşlardı.
Ellerinde 3 kimlik vardı. Ayrıca benim içimden dua ettiğim ve
bulunmasını istemediğim şeyi de bulamamışlardı. Polislerin
bütün dikkati kimliklere yönelince korktuğum şeyler başıma
gelmedi. Bana kim olduğumu sorduklarında Bursa'da kullandığım
kimlikteki ismi veriyordum. Kimliklerin yazı bölümünü kapatıp
sadece resimleri göstererek bana tekrar tekrar kim olduğumu
soruyorlardı. Ben de o zaman kulladığım kimlikteki resmi
tanıdığım için onu işaret ediyordum. Diğerlerinin akrabalarıma
ait olduğunu söylüyordum. Anne ve baba adı vs. gibi nüfus
cüzdanındaki diğer bilgiler konusundaki soruları da Bursa'da
kullandığım kimlik doğrultusunda veriyordum. Polisler istedikleri
şeyi bulamadıklarını, ama 3 kimlikli birini bulduklarını
anlayınca, beni gözaltına aldılar. Bursa Emniyet Müdürlüğü'ne
götürdüler.
Evdeki gibi yine nüfus cüzdanlarını karıştırıp benim gerçek
kimliğimi öğrenmek istiyorlardı. Ben ise Selçuk Uzun olmadığımı
söylüyor, kimliğimi hep inkâr ediyordum. Beni bir hücreye
koydular. Sabahleyin beni Siyasi Şube'ye çıkardılar. Sanırım
10 11 civarıydı. Siyasi Şube müdürü ve akşamki baskını
yöneten müdür yardımcısı beni bir kez daha sorguya çektiler.
Ben Selçuk Uzun olmadığımda ısrar ediyordum. Onlar benim Selçuk
Uzun olduğumu, İstanbul'dan ve MİT'ten bilgi geldiğini
söylediler. Ben ise onlara benim gerçek kimliğimin şimdiye kadar
söylediğim kişi olduğunu tekrarladım durdum. Bu oyunun fazla
sürmeyeceğini ben de biliyordum ama derdim zaman kazanmaktı,
İstanbul'a ve birkaç kişiye zaman kazandırmak ve mümkünse
haber vermekti. Dışarı ile bağlantım vardı ve bu nedenle zaman
kazanmak istiyordum.
Öğleden sonra beni çağırdıklarında, daha önce İstanbul'a haber
gittiğine emin olduğum için, gerçek kimliğimi artık inkâr
etmedim. Siyasi Şube'de otururken, bir önceki akşam izinsiz afiş
aşan TİP'lileri getirdiler. Siyasi Şube Müdürü ile aralarında
ilginç bir konuşma geçti. Bu konuşmadan polislerin Pol Der'li
olduğu kanaatine vardım. Ve beni bir müddet daha misafir
edeceklerini ve İstanbul'dan MİT ekibinin geleceğini söylediler.
Burada benim başıma bir şey gelmeyeceğini, korkmamam gerektiğini
söylediler. Ben tekrar hücreye döndüm. Gece benim gözlerimi
bağlayıp üst katta olduğunu çıkarabildiğim bir yerde beni
sanırım 3 4 saat sorguya çektiler. Sorguda bir müddet sonra
baştan beri verdiğim ifadelerde bir mantık tutarsızlığı
olmaması için konuşmama kararı verdim. O karardan sonra hiçbir
soruya cevap vermedim. Ancak benim bu sorgudan edindiğim izlenim,
çok ciddi bir sorgu olmadığı idi. Benim beklediğim sorularda
fazla ısrar etmediler.
Beni ertesi sabah Siyasi Şube'deki kısa sorgudan sonra mahkemeye
çıkardılar. Gerçek kimliğim biliniyordu, 7.5 yıl cezam ve
hakkımda açılmış diğer davalar da biliniyordu. Tutuklama kararı
çıktı. Beni Bursa Cezaevi'ne götürmek üzere Reno polis
arabasına bindirdiler. Yolda polis telsizi açıktı. Konuşmaları
duyabiliyordum. Bir fabrikadaki grevde polisle kavga çıkmıştı.
Arabadaki polis, kim var işçilerle birlikte diye sordu. Gelen cevap
şöyleydi: "O topal avukat yine yanlarında."
Beni cezaevine teslim ettiler. Solcuların bölümünden biri beni
karşıladı. Hangi fraksiyondan olduğumu sordu. Ben de Ürün
dergisi eski yazı işleri müdürüyüm dedim. Beni bir koğuşa
götürdü. Dev Genç marşı ile karşılandım. Ama benim
kıyafetim pek öyle devrimci bir kıyafet değildi. Ne de olsa
saklanıyorduk ya. Marşı ben söylemedim. Tören bitince ortada
öyle kalakaldım. Ne tarafa gideceğimi bilmiyordum. Sağ taraftan
bir ses beni çağırdı. O tarafa yöneldim. Üç kişinin arasına
oturdum. Hoşgeldin, geçmiş olsun faslından sonra benim kim
olduğumu sordular. Ben Ürün dergisi eski yazı işleri müdürü dedikten sonra iki kişi
kendilerini tanıttılar. Ayhan ve Mıstık İGD'li idiler. Üçüncü
kişi de İLD'li Cahit idi. Beni aralarına aldılar. Yemek yedim.
Sigara ikramı falan derken bana yatacak yer açtılar. Koğuş tıka
basa dolu idi. Bir ara tuvalete giderken peşime Mıstık da takıldı.
Kapıda benim paltomun altına birşey sıkıştırdı. Burası tekin
değil, lazım olur dedi. Bana verdiği kılıfında bir kama idi.
Belime soktum ve koğuşa döndüm. Ayhan ile Mıstık yan yana, ben
onların yanında ve öbür yanımda başka bir fraksiyondan biri ile
yattık. Öbür fraksiyondan olan kendini tanıttı. Adı Celal idi.
Tesadüf bu ya benim Bursa'da kullandığım ismim de Celal'di.
Sabah olunca kahvaltı ve volta esnasında Ayhan ve Mıstık bana
koğuş ve hapishanedeki durum ile ilgili tüm bilgileri verdiler.
Kim kimdir, şefler kimdir, ne ne zaman yapılır vb.
1979 Kasım ayında Bursa hapishanesinde yanılmıyorsam sadece dördümüz
İGD'li idik. Solcuların koğuşunda ağırlık Dev Yol,
Dev Sol, Halkın Kurtuluşu (HK) ve diğer Maocularındı. Koğuş
yönetimi ve sol kesimde kontrol onlardaydı. Bizimkilerin en büyük
sorunu, azınlıkta oldukları için özellikle HK ve diğer Maocular
tarafından sürekli tehdit ve rahatsız edilmeleriydi. Mıstık'ın
durumu çok özeldi. TİKKO'dan ayrılmış, Güneyci olmuş,
onlardan da ayrılmış, sonunda İGD'li olmuştu. Bursa'ya
gelmeden önce çok hapishane gezmiş, peşine öldürülmesi için
adam takmışlar ve ona birçok yerde de İGD'liler sahip çıkmıştı.
Bu yüzden çok tedirgin ve sinirli idi. Bir gün hamam sırası
geldi bize. Hamamda soyunup Mıstık'ın vücudunun üst tarafını
görünce, ben de şafak attı. Belden yukarısında yara ve kurşun
izi olmayan hiçbir yeri kalmamıştı. Kendisine ne olduğunu
sorunca ayrıntılı bir şekilde olup biteni anlattı.
Artık dördümüz kenetlenmiştik. Benim gözüm özellikle Ayhan ve
Mıstık'ta idi. İkisi de çok sinirli idiler. Bir şey olur diye
korkuyordum. Mıstık 25 yıl yemişti. Sohbet ederken artık rahat
bir cezaevinde yatmak istediğini söylüyordu. Birgün bana
ziyaretçin var dediler. Çıktım avluya, karşımda Atilla Coşkun
duruyor. Bana söylediği bir cümle yüzünden yerin dibine
geçtiğimi hatırlıyorum. Geçmişe yönelik bir sitemdi bu. Ama ne
yapabilirdim ki? Neyse, kucaklaştık. Ama yüzünden buruk olduğu
okunuyordu. 7.5 yıl yemiştim ve daha arkamda 80 yıl vardı. Benim
durumumla Bursa Maden İş'ten Ahmet Hilmi Feyzioğlu'nun
ilgileneceğini söyledi.
Ahmet'in ismini duymuştum ama hiç karşılaşmamıştık. Birkaç gün sonra
bir ziyarette ilk defa Ahmet ile karşılaştım. Bana durumumla
ilgili ayrıntılı bir şey söylemedi. Genel bir konuşma yaptık.
İhtiyacımız olup olmadığını sordu. Ayhan ve Cahit ile konuştu.
Sonra ayrıldık.
Bir gün ailem ziyarete gelmişti. Annem babam, kuzen ve diğer
akrabalar. Bursa cezaevinde ziyaretçilerimle dar bir pencereden
konuşuyorduk. Ziyaretçi bölümünün koridoru çok dardı. İki
kişi yan yana zor geçerdi. Ben küçücük pencerenin bulunduğu
bölümde konuşurken, koridorda bir kavga çıktı. Ben arkamı
döndüğümde önümde saçları sıfır kesilmiş biri duruyordu.
Eli de paltosunun altına sokulmuş durumdaydı. Bana ziyaretçimle
konuşamayacağımı söyleyip, derhâl çıkmamı istedi. Ben onunla
yüz yüze idim. Diğerleri, Ayhan ve Mıstık ile tüm bağlantım
kopmuştu. Ben de elimi belime soktum. Kamaları çekmemiz an
meselesi. O konuşamazsın diyor, ben konuşurum diyorum. Arkada bir
itiş kakıştır gidiyor. İkimiz de ne yapacağımızı
bilmiyoruz. Niye konuşmayacağım diye sorduğumda, bana
Orhangazi'de İGD'lilerin HK'lıları dövdüğünü söyledi.
Biz ikimiz hâlâ ellerimiz belimizde sinir harbi yapıyoruz. Öteki
tarafta ziyaretçi bölümünde bulunan kuzenim tüm konuşmaları
duyuyor. Ciddi bir durum olduğunu sezinliyor ve şöyle bağırıyor:
Ben de HK'lıyım, o benim abimdir. Böyle deyince karşımdaki
HK'lı bir an tereddüt etti. Beni kenara itip kuzenimle
konuştuktan sonra sadece benim ziyaretçi görüşmesi
yapabileceğimi söyledi. Ben itiraz ettim: Ya hep, ya hiç dedim.
Öyle mi, böyle mi derken ben bir basamak yüksekteki görüşme
yerinden aşağıya inmeye çalıştım ve kimse görüşmeyecek diye
bağırdım. Tam yere inerken ortalık yine karıştı. Ben yine
HK'lı ile karşı karşıya kalıp artık kamaları çıkarmaya
karar verdiğimizde önüme biri geçti. Yani kamaları çıkarıp
saplamak için hamle yapmış olsaydık, HK'lının bıçağı
önüme geçene saplanacaktı. Önüme geçen sol tarafımda yatan
Celal idi. Başka fraksiyondan biri. Mıstık ile Ayhan koridordaki
kalabalığı yarıp yanıma gelememişlerdi. Ayrıca sol kesimde
geçmişini bildikleri için Mıstık'tan çekinirlerdi. Neyse, çok
kısa bir süre sonra Mıstık da yanımdaydı. Ortalık biraz
yatıştı ve dağıldık.
Koğuşta
Ayhan ve Mıstık sinir küpü olmuşlardı. Ah ulan dedi Mıstık,
5 10 İGD'li olsa burada analarını ağlatırız onların
dedi. Bende bir şimşek çaktı. Hemen koğuşta olan Dev Yol
sorumlusunun yanına gittim. Onlara şöyle dedim: Bakın bizi rahat
bırakmayacaklar. Siz de bu duruma seyirci kalıyorsunuz. Ben bu
akşam telefon ediyorum, içeriye 10 15 İGD'li çağırıyorum.
Ondan sonra herkes görür gününü, diye usturuplu bir tehdit
savurdum. Beni yumuşatmaya çalıştılar, biz çaresine bakarız
dediler. Ben idareye gidip Ahmet'e telefon ettim ve durumu ve
İGD'liler meselesini anlatmaya çalıştım.
Ertesi
sabah Ahmet yanımızdaydı. Biliyor musun Selçuk, dedi, dün akşam
ne oldu? Yok, hayır dedim. Başladı anlatmaya: Cezaevinde olanları
Bursalı İGD'liler duymuşlar. Ben geç saatte sendikada
oturuyorum, 3 4 İGD'li geldi. Kapının önünde duruyorlar.
Ne var çocuklar dedim. Abi ya, dediler, bize 3 aylık bir ceza
söyler misin? Ne oldu çocuklar, dedim. Bana cezaevindeki sizin
olayı anlattılar. İçeri girip hepsinin ağzının payını
vermezsek adam değiliz, dediler. Ben bunları duyunca gerçekten çok
duygulandım, dedi Ahmet. Ahmet İGD'lileri o akşam biraz
yatıştırıyor. Şimdilik gerek yok, gerekirse ben size haber
veririm diyor. Ahmet bana bunları anlatınca, Ayhan, Mıstık ve
Cahit'in gözlerindeki parıltıyı ve benim tüm hücrelerimi
kaplayan o sımsıcacık duyguları, 20 25 yıl sonra tekrar bu
satırları yazarken hissetmek, anlatılabilecek bir şey değil.
Ahmet
ile bu konuşmadan sonra, bir durum değerlendirmesi yaptık. Ne
yapalım diye. Ahmet'in bana önerisi gözden biraz uzak olmam
gerekir şeklinde idi. Ayhan'ın dava tarihi yakın idi. Mıstık
ise biraz "rahat etmek" istiyordu. Şöyle bir karara vardık.
Ben ve Cahit uzak olmayan Mudanya'ya gidecektik. Ayhan Bursa'da
kalacak, Mıstık ise Buca'ya gidecekti. Ahmet, bekleyin ben size
haber veririm, dedi. Biz tekrar koğuşlara döndük. O günden
itibaren Bursa Cezaevi'nde bizi tek bir kişi bile rahatsız
etmedi. Biz Ahmet'ten gelecek haberi beklemeye başladık.
Ortalık
yatışınca Mıstık'ın dediği bir şeyi unutmuyorum. Ben
cezaevine geldiğimde klasik devrimci kıyafeti ile değildim.
İllegal yaşıyoruz ya, kaytan bıyık, saçlar biraz uzun, paltom
da hafiften küçük burjuva havasında. Bana şöyle dedi: Vay be
Selçuk, sen de amma inatçıymışsın, bayağı kafa tuttun dedi.
Yani benden öyle sert ve kararlı tavırlar beklemiyordu. Daha sonra
yaşadığımız bir olay, sanırım bana olan güvenini daha da
artırdı. Mıstık bana daha önce hafiften bahsetmişti. Bizim
teorik seviyemiz tartışmaya yetmiyor, iyi ki sen geldin gibisinden
bir şeyler demişti. Bir gece koğuşta kapılar kapanmış
oturuyoruz. HK ve Maocular tarafından, sanırım kahrolsun sovyet
emperyalizmi vb. gibisinden laflar atılmaya başlandı. Her grubun
sözcüleri aracılığıyla çetin bir tartışma başladı. Herkes
bize yükleniyor. Sadece 4 kişiyiz biz. Sanırım ben de bildiğim
bütün teorik becerimi gösterip, tüm koğuşa karşı "devrimci
namusumuzu" kurtardım. Hatta olaylı ziyaret gününde beni
korumak için önüme geçen Celal'le bile ters düşmek pahasına.
Sonrasında Mıstık'ın sevincini görecektiniz. Selçuk 2 0
galibiz demeye getiriyordu.
Biraz
gecikme ile de olsa Ahmet geldi. Nasıl kararlaştırıldıysa her
şey olmuştu. Nasıl becerdi, ne yaptı etti, bilemiyorum. Orasını
konuşamadık. Bize tüm solcular tarafından bir veda töreni
yapıldı. Sanırım Ahmet de oradaydı. Benim Ahmet'i bu son
görüşüm oldu. Ama bu Ahmet ile ilişkimin bittiği anlamına
gelmiyor tabii ki. Tam tersine, hayatımı kurtaran, hayatımın
akışını değiştiren, hayatımın en önemli noktasında, ancak
45 günlük hapishane maceramla kurulan bu ilişki, hayatımın
sonuna kadar sürecek bir ilişki benim için.
Mıstık
Buca'ya gitti. Ancak birkaç ay sonra kazılan tünel ortaya
çıkmış, herkesi Buca'dan sürmüşler. Bir daha onu ne gördüm,
ne de ondan haber alabildim. Cahit ile ben Mudanya'ya gittik. Küçük
bir cezaevi. Sadece iki siyasi var. Ben ve Cahit. Ayrı
koğuşlardayız. Gittiğimizin ertesi günü ilk ziyaretçimiz
geldi. İGD sorumlusu. İsmini unuttum. Bu ziyaretin önemini o
gittikten sonra başgardiyanın beni çağırıp "sen onu nereden
tanıyorsun" demesiyle anladım. Bana şöyle dedi: Yahu o adamı
nereden tanıyorsun, Mudanya'nın en belalı adamıdır. Bu
ziyaretten sonra her gün gruplar hâlinde ziyaretçi kabul etmeye
başladık. Cezaevinde de havamız gayet iyi. Bir gün başgardiyan
beni yine çağırdı: Yahu sen benim yeğeni nereden tanıyorsun,
dedi. Ben de artık durumu çaktım ya, ben herkesi tanırım dedim.
Mudanya'da
geçici olduğum kanısındaydım. Çünkü benim suç mahalli
İstanbul olduğu için oraya teslim edilmem söz konusu. Bir
belirsizliktir gidiyor. Bir akşam koğuşta televizyon seyrediyoruz.
Başgardiyan beni çağırdı. Odaya girdim. Elinde bir kâğıt
tutuyor. Bir kâğıda, bir de bana baktı ve şöyle dedi: Selçuk
şimdi mi çıkacaksın, yoksa yarın mı? Tahliyen geldi. İnsan ilk
birkaç saniyede hiç beklemediği bir şeyle karşılaşınca
algılamakta zorluk çekiyor. Ne kadar süre geçti bilmiyorum.
Kafamdan aklımın alabildiği her türlü şey geçti. Başgardiyan
kâğıdı bana uzattı. Al oku dedi. Evet, Bursa'nın bilmem
kaçıncı mahkemesinden gelen telgrafta, başka bir suçtan hükmü
yoksa, derhâl salıverilmesine karar verildi diyor. Bu noktada
aklıma birşey geliyor. Benim bugünlerde sahte kimlik taşımaktan
mahkemem olacaktı. Hatta bir yakınım Ahmet ile ilişki kurmuş ve
Ahmet ona mahkeme akşamı beni Mudanya'dan alabileceği ihtimalini
şöylemiş. Benim bunlardan haberim yok tabii. Benim kafamda
şimşekler çakıyor ne yapayım diye. Bana 10 dakika zaman ver,
dedim başgardiyana. Koğuşa döndüm. Herkes bir tuhaf baktı bana
yüz ifademden dolayı galiba. Oturdum, çok hızlı bir şekilde
düşünüyorum. Bu gece mi çıkayım, yoksa yarın mı? Bu gece
çıkarsam, gece olmuş saat 8. Nereye giderim diye düşünüyorum.
Aklıma birden Bursa'daki yakınımın adresi geliyor. Sadece
sokağın adını hatırlıyorum Yarın çıksam geç olabilir, durum
anlaşılabilir. Hiç çıkamamak da var. Çok fazla da zamanım yok.
Bana çok uzun bir süre gibi geldi karar almak. Kalktım
başgardiyana seslendim. Odasına çıktım. Hemen çıkacağımı
söyledim ve bana bir taksi çağırmasını istedim. Rüşvet
gibisinden biraz para sıkıştırdım eline. Hemen Cahit'in
koğuşuna geçtim. Çağırdım onu. Hiç konuşmadan beni dinle
dedim. Benim tahliyem geldi, hemen çıkıyorum dedim. Heyecandan
bağıracaktı, sus dedim. Kalan eşyalar senin dedim ve kendime
yetecek kadar parayı ayırıp gerisini ona verdim. Hosçakal deyip
koğuşa döndüm. Acele en gerekli eşyaları toplayıp, arkadaşlar
Allah kurtarsın, tahliyem geldi dedim ve fırladım koğuştan.
Kapıda
taksi bekliyordu. Gecenin 9'u ve önde de biri oturuyor.
Başgardiyana eyvallah deyip taksiye bindim. Ama bir yandan da öndeki
adamı merak ediyorum. Selamdan sonra hareket ettik. Aklım onda,
sorular soruyorum. Adam polismiş. Eyvah dedim içimden. Bok yoluna
gideceğiz galiba. Ben habire soru soruyorum adamın niyetini anlamak
için. Öndeki polis bir de Erzurumlu çıkmaz mı? Bu arada şoför
karıştı söze, abi izinliymiş de Bursa'ya gidecekmiş ailesinin
yanına dedi. Biraz olsun rahatlamıştım. Ama içim içimi yiyor.
Bursa'ya ne kadar sürede geldik hatırlamıyorum. Taksinin arka
koltuğunda korunmak için bazı hesaplar yapıyorum. İşte taksi
bir yerde durursa hemen kendimi dışarı atayım falan gibisinden.
Neyse
vukuatsız Bursa'ya girdik, polis benden önce indi. Gecenin 9 veya
10'u. Yakınımın kaldığı sokağın adını biliyorum sadece.
Üzerimde kimlik falan da yok. Geçtiğim bütün sokaklara
bakıyorum. Nihayet sokağı buluyorum. Sıra kapıyı bulmakta. Tek
tek tüm zillere bakıyorum ve sonunda buluyorum. Kapıyı yakınım
açıyor. Beni görünce şaşırıyor. Beni almak için çok
beklediğini, ama haber alamayınca geri döndüğünü söylüyor.
Evde
kayınvalide ve kayınpeder var, hanımı hamile, bir çocuğu da
ateşler içinde yatıyor. Herkesle öpüşüyoruz. Fazla vaktim de
yok. Hemen İstanbul'a gitmem gerek. Ancak kimlik yok ve saat 6 7
gibi İstanbul girişinde yollar kesiliyor. Hepimiz sanki bir aile
gibiymiş gibi arabaya doluyoruz. Saat 7 civarında İstanbul'da
olmamız gerek. Ben de ailenin küçük kardeşiyim eğer yolda bir
çevirme olursa. Kimliğimi unutmuşuz falan. Ya bismillah yola
çıkıyoruz. Yakınımın kayınvalidesi 5 6 saatlik yol
boyunca sabaha kadar benim için dua etti yanıbaşımda. Vukuatsız
İstanbul'a giriyoruz. Kayınpeder ve kayınvalidenin evine
gideceğiz. Ben orada kalacağım, onlar başka eve gidecekler. Bir
şey olursa benim yalnız olmam gerekiyor. Tüm bunları onlar
düşündüler. İstanbul'da eve giriyorum. Yakınıma bir adres
veriyorum oraya gidip haber versin diye. Öğleden sonra bir başka
yakınım geliyor eve. Beni alıp başka bir eve götürüyor. Benim
çıktığımın ertesi günü Politika
gazetesinde benim için bir kampanya başlatacaklarmış denildiğine
göre. Hemen durdurulmuş. Birkaç ay kadar başka bir evde kaldıktan
sonra, 1980 Şubat ayında, 16 yıl sonra tekrar İstanbul'a dönmek
üzere başlayan yeni bir maceraya doğru yolculuk başlıyor.
Hasan
Öztürk'ün gönderdiği mektupta, Ahmet Hilmi Feyzioğlu'nun
çok iyi bir usul hukuku uzmanı olduğu belirtiliyor. Benim daha
sonra edindiğim bilgilere göre şöyle bir usulden dolayı Ahmet
beni kurtarıyor. Ben sahte kimlik kullanmaktan tutuklanıyorum.
Cezası yanlış hatırlamıyorsam o zamanlar 8 ay falan galiba. Ve
olağanüstü bir durum yoksa, tutuksuz yargılanmak durumu söz
konusu. Oysa ben Bursa ve Mudanya'da toplam 45 gün yatmışım.
Bana Atilla Coşkun'un anlattığına ve diğer bilgilerime göre,
Ahmet, savcı ve mahkemeye benim tutuksuz yargılanmam gerektiğini
söylüyor. Yetkili merci de, yahu adamın 7.5 yıl cezası var
diyor. Ama suç mahalli Mudanya değil, İstanbul. Ahmet, şöyle bir
argüman getiriyor. Doğru, sahte kimlikten tutuksuz yargılanacak,
yok 7.5 yıl diyorsanız, onu derhâl İstanbul'a teslim etmeniz
gerekiyor. Etmezseniz ve başına bir şey gelirse, siz sorumlu
olursunuz, diyor. Ben de böylelikle usulden yırtıyorum.
1980
Ekim ayı. Yaklaşık 3000 km. uzakta bir gün elime Hürriyet
gazetesi geçiyor. Sanırım birinci sayfadan bir haber, hani derler
ya, insanın kalbine bıçak gibi saplanıyor, işte öyle bir haber.
Haber, malum haber.
1982
yılı. Bir oğlum dünyaya geliyor. Adı Ahmet. O da biliyor adının
neden Ahmet olduğunu.
Tam
27 yıl sonra, hayatımın en önemli 45 gününde, yine bir Kasım
ayında hayatımda her şeyin değişmesine neden olan Ahmet Hilmi
Feyzioğlu ile ilgili anılarımı ilk defa bu kadar çok kişi ile
paylaşıyorum. Bu anımı yazmak için beni yüreklendiren Hasan
Öztürk'e sevgiler. Onun sözleri ile: "Önemli olan biz onları
sevgiye sarıp, yüreklerimizin en güzel yerine gömebiliyor muyuz?"
Almanya, Kasım 2006