Sosyalist Dergi: 9 |  Murat Özgür Başer |
TÜRKİYE'DE ÖĞRENCİ HAREKETİ: DÜNÜ VE BUGÜNÜ

     Türkiye’nin cumhuriyet döneminde yaşadığı tarihsel olayların kronolojik bir dökümü yapılacak olursa bu listede üniversite menşeli hareket ve vakaların hiç de küçümsenemeyecek ölçüde yer işgal ettiği görülür. Aslını söylemek gerekirse bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildir.


     Çünkü 20. yüzyıl Avrupa’nın merkez devletlerinden, Asya’ya; Latin Amerika’dan Afrika kıtasına kadar dünyanın hemen hemen tamamında “öğrenci olaylarına” tanıklık edildiği bir çağdı. Bu eylemlilikler belirli dönemlerde o kadar yaygın bir görünüm arz etmektedir ki Türkiye gibi toplumsal örgütlülüğün zaten son derece dar olduğu ülkelerde bu öğrenci hareketleri aynı zamanda çok daha genel olması gereken gençlik hareketleri-mücadelesini de kapsayan ya da ona denk düşen bir görünüm kazanmıştır. Elbette ki bu durum, tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi öğrenci hareketinin çok abartılı bir güce ulaşmasından değil tam tersine gençlik hareketinin diğer damarlarının (işçi-köylü) zayıf kalmış olmasından kaynaklanmaktadır.
     Elbette ki öğrenci hareketi olarak adlandırdığımız ‘şey’ de tek bir hat ve yönelim olarak değerlendirilip standart açıklamalarla çözümlenebilecek bir bütünü değil ;tam aksine oldukça karışık ve parçalı bir yapıyı temsil etmekteydi. Hatta çoğu zaman, dünya coğrafyasının neredeyse tamamına yayılmış olan eylemlerin (veya hareketlerin) tek ortak noktasını eylemi yapanların öğrenci kimliğine sahip olması oluşturuyordu. Eylemlilikler genellikle içinde bulunulan coğrafyanın jeo politik yapısına göre şekillenirken zaman zaman söz konusu jeopolitiğin de dışına taşarak daha evrensel talepler etrafında birleşme ve mücadele etme çizgisine evriliyordu. Örneğin Filistin ve Arap ülkelerinde son otuz yıllık dilimde gelişmiş olan öğrenci eylemliliklerine bakıldığında, söz konusu hareketliliğin genel olarak yoğun bir anti-emperyalizm ve ulusal kurtuluşçuluk vurgusu ekseninde kendini ifade ederken yine aynı dönemlerde Avrupa’da ortaya çıkan öğrenci hareketlerininse daha çok sanayi toplumu olgusunun bireylere yüklediği yüksek maliyetli faturaya da isyan eder nitelikli talepleri vurguladığı görülecektir.
     Aynı şekilde Türkiye’deki gençlik hareketinin ana ve çoğu zaman maalesef tek damarı olan öğrenci hareketi de dünya genelindeki gençlik hareketlerinde olduğu gibi bazı dönemlerde ciddi kırılmalar ve rota değişiklikleri yaşamıştır. Hiç kuşkusuz bu değişimler de dünyanın diğer yerlerinde yaşanan gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Özellikle cumhuriyet dönemiyle başlayan sürecin modernleşme adı altında bilimsel ve sosyal yaşamı batıya endekslemesi bizdeki üniversitelerin -ve dolayısıyla içindeki unsurların da- buralardaki gelişmelerden dolaysız etkilenmesinin çok kez yolunu açmış gözükmektedir. Türkiye deki üniversiteli gençlik mücadelesinin kendi evrimini ve gelişimini anlayabilmek için bu noktanın anlaşılmasının anahtar bir rolü olduğunu söylemek galiba yanlış olmaz.

     Bir Dönemeç Olarak 1968
     Bu topraklarda belirli dönemler hariç tutulacak olursa, çoğu zaman gençlerin önemli bir kısmı sistem karşıtı olmuştur. Ancak örgütlü ve kitlesel bir karşı duruş, sonuçları da göz önüne alındığında, ilk olarak 1960 yılında Amerikancı Menderes hükümetinin devrilmesinde rol oynayan öğrenci eylemleridir. Bu eylem aniliği ve belirli illerle sınırlılığı göz önüne alındığında daha sonraki çıkışların yanında cılızdır; ama onlara açmış olduğu yolsa epey büyük olmuştur. Bu yüzden bir dönemin sonunu getirmiş olması -en azından tek başına olmasa da kimi toplumsal güçlerle birlikte hareket ederek- sonunu getirmiş olması, onu bugün için bile önemli kılmaktadır. Ancak yukarı da bahsetmiş olduğumuz asıl “dönemeç” 68 süreci olmuştur. Sadece Türkiye için değil aynı zamanda bütün dünya için sarsıntıları uzun süre hissedilmeye devam edecek olan bir tarihtir 1968. Çünkü yaklaşık olarak bu tarihle başladığını kabul edebileceğimiz süreçte başta kapitalist devletlerin metropollerinde yaşayan gençler olmak üzere bütün dünyada büyük gençlik kitleleri kapitalist-emperyalist hegemonyanın varlığını sorgulamaya başlamış, boyunduruğu kırmanın yollarını aramış ve bu doğrultuda pek çoğu ciddi eylemliliklerin içine girmişlerdir. Türkiye’de de yaşananların üç aşağı beş yukarı bu dizgiyi takip ettiğini söylemek mümkündür.
     1961 Anayasasının “nispi özgürlükçü” ortamı ve yine bu ortama bağlı olarak parlamentoya girmeyi başarmış Türkiye İşçi Partisinin varlığı ve ağırlıklı olarak TİP’e yakın duran gençlik dernek/insiyatiflerinin giderek yaygınlaşması, (örneğin Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) kurulması; ki bu federasyon adını daha sonra Dev-Genç olarak değiştirecekti), yine aynı dönemde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması ve kuruluşunun hemen ardından burjuvaziye karşı çok hacimli ve örgütlü sendikal faaliyetlere girişebilmiş olması 68’e giden yolda deyim yerindeyse taşları döşemeyi epey kolaylaştırmıştı.
     Ancak Avrupa’daki ile aynı olmayan pek çok şey de vardı Türkiye’de. Kendi aleyhindeki gelişmeleri önceden sezerek bunlar yanıt üretme konusunda yadsınamaz bir yeteneği olan Türkiye burjuvazisi, gelişen gençlik ve sınıf muhalefetinin hem birbirine ulaşması hem de ayrı ayrı da olsa sindirilmesi için uzun erimli bir programı uygulamaya koydu. İlk adımlardan birisi doğrudan faşist bir örgütlenme olan MHP’nin kur(dur)ulması ve ilerici devrimci işçi ve öğrencilerden başlayarak büyük bir kıyım operasyonunun başlatılması için düğmeye basılması oldu. Bu dönemde yaşanan pek çok toplumsal ve siyasal olay olsa da özellikle faşist MHP’nin kurulması ve aktif olarak halka yönelik terör eylemlerine girişmesi yeni yeni kabuğunu kırarak toplumsallaşmaya başlayan üniversiteli gençlik hareketinin ilerideki dönemlere yönelik tercih ve eğilimlerini doğrudan etkileyecekti. Aynı şekilde uluslararası alanda Amerikan emperyalizmine karşı üçüncü dünya ve çevre ülkelerde başlamış olan ulusal kurtuluşçu-anti emperyalist hareketlerin eylemsel ve teorik anlayışları/farklılıkları da gerek gençlik alanında yaşanan bölünmelerin gerekse bu bölünen parçaların izlemeye çalıştıkları hattın ortaya çıkışında çok ciddi bir etkide bulunacaktı. İçte bir askeri darbenin gelişine zemin hazırlamak üzere kotarılan kontr gerilla eylemlilikleri, dıştaysa özellikle bir tarafta Çin, diğer tarafta hemen hemen bütünsel bir sosyalist sistem olmak üzere yaratılan birbirine zıt sosyalist ülkeler görüntüsü, bu zıtlığı temel alan yeni örgütlerin çıkmasına neden olmuştur. Ancak bu yapılanmaları da gençlik/öğrenci hareketinden bağımsız düşünmek imkansızdır. Öyle ki en önde gelen THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) ve THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) gibi örgütlerin kurucu kadrolarının ezici çoğunluğu üniversitelilerden oluşuyordu ve hiç kuşkusuz filizlendikleri yer öğrenci hareketinin içiydi.
     Söz konusu örgütlerin işçi sınıfının öncü/militan kitlesine bile ulaşamamış olması, hep sözü edilen köylülükle bir türlü somut bağların kurulamaması, -bir kısmının Türkiye’de devrimci bir harekete özne olabilecek bir işçi sınıfının dahi bulunmadığı yönündeki tezleriyle birlikte düşünüldüğünde- 68’de bütün dünyada kitlesel ve giderek toplumsal bir boyut kazanmış olan hareketliliğin Türkiye’de iktidar karşısında ciddi bir alternatif oluşturamaması sonucunu da beraberinde getirmişti. Bu durum devletin yoğunlaşan saldırılarıyla birlikte dağınıklığın daha da artarak ayrılan parçaların bir birine karşı daha sertleşmesi sonucunu da doğurmuştur. Bir adım daha ileriye giderek söylemek gerekirse Türkiye’deki sol gençlik hareketi kendi içine düştüğü bunalımla burjuvazinin 12 Mart faşizminden çok önce bir kısır döngü içine girmiştir.

     12 Mart’tan 12 Eylül’e öğrenci gençlik
     12 Mart 1971’deki faşist darbe öğrenci gençlik mücadelesinde çok ciddi sonuçlar doğurmuştur. 12 Mart faşizmi en başta, yukarıda bahsettiğimiz örgütleri askeri anlamda bastırmış ve bunun doğal bir sonucu olarak da öğrenci gençlik en militan ve örgütlü gücünden büyük ölçüde yoksun kalmıştır. Bu 1974’de politik tutsakların önemli bir kısmının hapishaneden çıkmasını sağlayan affa kadar böyle sürmüştür. Ancak 12 Mart’ın başka önemli sonuçları da olmuştur. Özellikle, alınan ağır darbeler 68’in sınıftan kopuk, maceracı çizgisinin o dönemin militan kadrolarca sorgulanmasına ve herkesin eğrisiyle doğrusuyla bir özeleştiri -bazılarının samimiyeti tartışma götürse de- yapmasına yol açmıştır. 74 affıyla birlikte dışarı çıkanlar bu tartışmaların da etkisiyle siyasal ve teorik olarak yeni bir takım oluşumların önünün açılmasını sağlamıştır. Tabii bu oluşumların varlığı öğrenci gençlik başlığı altında bir sürü yeniliği ve değişikliği beraberinde getirmiştir. Türkiye sosyalist hareketinin bütün kesimlerinde sınıf gerçeğinin yadsınamaz olarak belirli bir ağırlığa kavuşması ve işçi sınıfının bu döneme militan ve örgütlü eylemlerle damgasını vurmaya başlaması geniş gençlik kesimlerinin giderek işçi sınıfının politik mücadelesiyle ortaklaşma ve taleplerini sınıfsal bir çerçevede ifade etme arayışlarını kuvvetlendirmiştir.
     1970’lerin ortasına gelindiğinde dünyada 68 rüzgârları dinmiş olsa da, Türkiye öğrenci hareketinin ana gövdesi eskisinden daha sağlam ve daha kitleselleşmiş gözüküyordu. Bu dönemde şekillenmiş olan İGD (İlerici Gençler Derneği) özellikle gençliğin sınıfsal bir perspektifle yeniden ele alınması, geniş gençlik kesimlerinin -ve doğal olarak öğrenci gençliğin- kapitalizm karşısında nasıl konumlanacağı gibi konularda örgütlenme şekli ve pratiğiyle diğer gençlik örgütlerinden çok daha farklı bir görünüm arz etmekteydi.
     Aynı şekilde İGD örneği sınıf partisinin varlığı koşullarına rağmen onun genel programatik çerçevesinden bağımsız hareket edilebileceği iddiasındaki gençlik örgütlerinin 12 Mart öncesi teorik yaklaşımından da köklü bir kopuşu sembolize etmiştir. Daha öncesinde ‘ordu-öğrenci-aydın el ele’ sloganlarını atanlar ya da Türkiye devriminin gençler (özellikle de öğrenci gençlik) tarafından kotarılıp yönlendirilebilecek bir vakaya indirgeyenler olmuştu. Bunlar karşısında İGD’nin “gençliğin yolu işçi sınıfın yoludur” diyerek gençlik mücadelesi başlığını “öğrenci” kabının dışına taşırıp ezilen ve sömürülen gençlik kesimleriyle buluşması, mahallelere, fabrikalara, kırsal alanlara kadar ulaşabilmesi ve bu kitleleri anti-kapitalist özle ekonomik, demokratik mücadelenin içine çekebilmesi ayrımın boyutunu göstermesi açısından anlamlıdır.
     Aynı zamanda İGD 12 Eylüle doğru hızla ilerlemekte olan Türkiye koşullarında faşist saldırılara karşısında da önemli bir mevzii olmuş, kendini salt faşizm karşıtlığı üzerinden tanımlayan dönemin gençlik örgütlerinin aksine ilerici/sosyalist kimliği ve işçi sınıfını temel alan bir sosyalizm mücadelesini eksen alır tarzda militan bir anti faşist mücadele hattı örmeye çabalamıştır.
     12 Eylül’ün hemen öncesine gelindiğinde Türkiye’deki öğrenci gençlik hareketi belki de tarihinde ilk defa olarak okulunun duvarlarını aşmış vaziyetteydi. O dönemde çıkmış olan aktüel gençlik yayınlarına bakılacak olduğunda bu toplumsallaşmanın boyutları çok daha iyi görülebilir. Gençlik hareketin kitleselleştiği başka dönemlere rastlamak mümkündür, ancak bunların ne kadar toplumsallaşabildikleri tartışmalıdır. Ancak bu tartışmadan ne sonuç çıkartılırsa çıkartılsın 12 Eylül öncesiyle mukayese edilmesi zordur.

     12 Eylül faşizmi ve bugüne gelene kadar
     12 Eylül, sadece Türkiye tarihi için değil; uygulamaları ve sonuçları düşünülecek olduğunda dünyadaki pek çok benzerinden çok daha iddialı sayılabilecek bir askeri darbedir. Sistemi korumak ve kollamak için üretilen faşist darbenin ilk gündem maddelerinden birisi de hiç kuşkusuz son yıllarda hızla politikleşmiş ve bir o kadar da emekçi kitlelerin mücadelesine eklemlemiş olan geniş gençlik yığınlarını sindirmek olmuştur. Bu amaçla ülkenin her yanından binlerce öğrenci gözaltına alınmış, pek çoğu işkenceli sorgulardan geçirilerek tutuklanmış, bütün öğrenci/gençlik dernek ve kuruluşları kapatılıp yönetici ve üyeleri ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır. Kapitalizmin sonucu olan ekonomik ve sosyal programda ömür boyu açlığa, ve cehalete mahkum edilen emekçi gençlik kesimleri darbeyle birlikte koyu bir karanlığın içine hapsedilmeye çalışılmıştır.
     Darbenin öncesi dönemde büyük bir kitleselliğe sahip olan ve genelde “meşru” olarak belirtebileceğimiz yapıları bulunan öğrenci hareketleri kendilerine alternatif yollar üretmeye çabalamış, ancak pek çoğu ciddi bir aşınmaya maruz kalmıştır. Yeni dönemde eski güç ve kitlesellik yerini büyük bir marjinalleşmeye bırakmıştır. O kadar ki, gençlik hareketinin tamamı için bu marjinallik hali, hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
     Ancak özellikle belirtilmesi gereken bir şey vardır ki, o da darbe sonrası süreçte ilk demokratik tepkilerin yine öğrenci gençlik içinden gelmiş olduğudur. Darbenin en karanlık günlerinde yeni gençlik dergileri çıkartılmaya başlanmış ve bunların üniversitelerde kurumsallaştırılabilmesi için, her ne kadar künyelerinde, elbette dönem için anlaşılabilir, “kültür-sanat” ibaresi bulunsa da, çok büyük çabalar verilmiştir. Örneğin yayın hayatına 81’de başlayıp aralıksız dokuz sene çıkan Yarın dergisinin bu döneme damgasını vurmuş olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Ancak darbenin etkilerinin kısmen de olsa aşılması ve tüm sol-muhalif kitlelerin üstüne serilmiş bulunan ölü toprağının silkelenmesi seksenlerin ortalarından sonra olmuştur.
     1982 yılında 12 Eylül Anayasasının kabul edilmesi, sadece icazetli partilerin girebildiği 1983 yılındaki seçimlerde ANAP’ın iktidara gelmesi, 1984 yılında öğrencilere dernekleşme hakkının tanınması 12 Eylül’den çıkış sürecinin kronolojik aktarımıdır. O dönemde özellikle TİP ve İGD kökenli öğrencilerin öncülüğünde başlatılan demokratik hak arama mücadelesi, bu amaçla Yarın dergisinin daha elverişli bir biçimde kullanılmaya başlanması karanlıktan çıkış yolunda atılan belirleyici adımlar olmuştur. Bugün bizlere çok uzak gelse de dönemin özelliğini anlatmak üzere şunu söyleyebiliriz: neredeyse okulların tamamında, dernek kurmak için gereken isim listesinin emniyete verilmesinin ardından aynı gün, listede yer alanların tümü gözaltına alınıyor ve ağır işkencelerden geçiriliyordu. Bu nedenle kimi zaman ismini veren arkadaşlar bir süre gizlenmek zorunda kalıyordu.
     Aynı dönemde sendikalar da tekrardan faaliyetlerine başladı. Çok güç koşullar altında grevlerin tekrar başlaması, işçilerin adım adım sokaklara alışmaya başlaması, toplumun artık içine sokulduğu cendereye dar gelmeye başladığını gösteriyordu. Öğrenci hareketinin özellikle yurtlarda verdikleri mücadele ile YÖK karşıtlığı temelindeki muhalefet yavaş yavaş demokratik kazanımların artmasını sağladı.
     Asıl olarak üniversitelerde dernekleşme fikri çok yeni olmamakla birlikte, faşizm tecridini yırtabilme ve öğrenci gençlik hareketini tek bir çatı altında birleştirmek için bu dönemde yeniden gündeme gelmiş ve -uzun tartışmalar eşliğinde de olsa- kısa sürede bütün ilerici-sosyalist öğrencilerin birlik ve mücadele aracı haline gelmiştir. Öğrenci derneklerinin kısa süre içerisinde büyük bir meşruiyet ve etki sağlaması burjuvaziyi ciddi ölçüde korkutmuş olacak ki derneklerin kapatılması, üye ve yöneticilerine karşı yoğun bir baskı politikasının devreye sokulmasında oldukça aceleci davrandılar. Doksanlara gelindiğinde gerek siyasi çekişmelerin gerekse devletin saldırıları sonucu dernekler süreci olarak adlandırabileceğimiz ve seksenlerin son kısmına damgasını vuran dönem artık inişe geçmiş ve yerini tekil, her siyasi yapının kendi gençlik projelerine uygun olarak oluşturduğu çeşitli çalışma ve faaliyetlerine bırakmıştır.
     Bu dönemin ilk örneklerinden biri olarak TÖDEF’i (Türkiye Öğrenci Dernekleri Federasyonu) vermek mümkündür. Öğrenci gençliğin yeniden birleşmesi tartışmalarının yapıldığı bir dönemde bu tartışmalardan bağımsız olarak bir siyasi oluşumun kendi programatik çerçevesince şekillenen TÖDEF, öğrenci gençlik hareketinde etkileri hâlâ devam eden, ‘her siyasetin kendi gençlik hareketi olsun’ anlayışının bir sonucudur.
     Burada bir parantez açacak olursak, aynı dönem, sosyalist hareketler açısından işçi sınıfının rolünün sorgulandığı bir yıllardır aynı zamanda. İşçi sınıfının topluma önderlik edebilecek kapasiteden yoksun olduğu tartışmaları yaşanırken, 89 bahar eylemlilikleri olarak adlandırılan işçi eylemleri kısa sürede yaygınlık kazanmış ve bütün saldırılara rağmen sınıfın alanlardan koparılamayacağı bir kez daha kanıtlamıştır.

     94-95-96 ve Öğrenci Koordinasyonu
     Dernekler sürecinin kesin olarak bittiği doksanlı yılların başında öğrenci hareketi belirli noktaları yeniden tartışmaya ve yeni duruma uygun politikalar üretmeye çabalamaktaydı. Çünkü doksanlar gerek Türkiye’de gerek de dünyada pek çok şeyin değiştiği yıllar olarak tarihe geçti. Reel sosyalizmin kapitalist barbarlık karşısındaki yenilgisi sonrasında emperyalizm Türkiye gibi ülkelerde oynadığı oyunların tehlike hadlerini giderek yükseltti. Özellikle periferi (çevre) olarak adlandırılan ülkelerde emperyalist politikalar sonucu başta sağlık ve eğitim olmak üzere bütün sosyal güvenlik şemsiyesinin parçalanması ve emekçilerin eskisinden çok daha ağır bir sömürüye maruz kalması tartışmasız olarak öğrenci hareketini de yakından ilgilendiriyordu. Zaten uygulamaya konulan programların doğrudan hedeflerinden birisi de öğrencilerdi. Kapitalizmin mutlak tahakkümünün ilanı anlamına gelen “Yeni Dünya Düzeni” üretmek istediği yeni insan tipine en kestirme yoldan, eğitim sistemini kullanarak gideceğini gayet iyi biliyordu.
     Bu doğrultuda yeni düzende kendilerine daha fazla sömürü ve yoksulluk düşen işçi-emekçi kitleler okul kapılarından geri döndürmeli, eğitim maliyetinin çok üstünde pazarlanan spekülatif bir meta haline getirilerek satılan “eğitim hizmeti”, özellikle de üniversite öğrenimi, hemen hemen sadece mutlu bir azınlığın kullanımına sunulmalıydı. Bu amaçla eğitim sektörü bütünüyle (şimdilik bazı noktaları biraz daha az olmakla birlikte) paralı hale getirildi. Devlet üniversitelerinin dahi vakıf adı altında özelleştirilmesi teşvik edilmekte. Her sene arttırılan harçlarla emekçi çocuklarının üniversiteye girme şansı hemen hemen yok denecek kadar azaltılmış durumda. YÖK ve Milli Eğitim ise her gün yenilerini “icat ettiği” bahanelerle eğitimin her alnını aykırı düşünce ve üretime kısaca bilime kapatmış vaziyette. İşte son on yıldır Türkiye’de de eğitimin her aşamasına sirayet ettirilen program budur.
     Böyle bir programa muhalefet etmemek mümkün değildi ve 90’ların ortalarından bugüne öğrenci gençliğin genel hareket noktasını bu muhaliflik oluşturmakta. Ancak böyle bir muhalefeti dillendirmek ve sonuçta kazanabilmek için dağınıklığın ve merkezileşememenin aşılması zorunluydu. Koordinasyonu büyük ölçüde bu ve benzeri problemlerin aşılması için ortaya çıkmış bir çözüm önerisi olarak kabul etmek mümkündür. Derneklerin yasal süreçlerden fazlasıyla etkilenmesi, geçen süre zarfında bağımsız,ayrı yürütülmeye çalışılan çalışmaların çok fazla sonuç vermemesi görünürde birlikte ve karar alma sürecinde biraz daha esnek -siz daha katılımcı da diyebilirsiniz- bir yapıyı dayatmaktaydı. Koordinasyon’da böyle bir yapı olması temenni edilerek özellikle İstanbul’daki üniversitelerde ve giderek diğer illerde yaygınlaşmaya başladı. Bu dönemde (94-95) harç zamlarını ve paralı eğitimi protesto için yurt geneline yayılan öğrenci eylemlerinde üniversite işgallerinde öğrenci koordinasyonun hatırı sayılır bir etkisi olmuştur.
     Koordinasyon, adından da anlaşılabileceği gibi biraz farklı da olsa cephe tarzlı bir örgütlenmeyi beraberinde getirmekteydi. Temel olarak Koordinasyon fakültelerde kurulu olan birbirinden bağımsız cephelerden oluşuyordu. Bu cephelerin içerisinde özellikle başlangıçta neredeyse bütün siyasi yapılar bulunmaktaydı. Ancak daha sonraları gerek eylemlerin şekli, gerekse teorik hat gibi konularda yaşanan tartışmalar nedeniyle kısa sürede Koordinasyon da dernekler sürecine benzer bir akıbete uğrayarak kendi başına bir harekete veya hareketlere dönüştü.

     Bugüne Gelindiğinde
     Belirtmek gerekir ki özellikle son dönem öğrenci hareketi içerisinde Koordinasyonu bu kadar vurgulamamız sebepsiz değil. Öğrenci hareketi son beş altı yıldır içinde bocalamış olduğu kuyudan çıkış yönünde ciddi bir adım atabilmiş değil ve çıkış için ortaya en son atılan önerilerden birisini hâlâ Koordinasyon projesi oluşturuyor. Diğer siyasi yapıların da çoğunun ortaya atmış olduğu öğrenci insiyatifi, cephe çalışmaları gibi kavram ya da yöntemler de aslını düşünecek olursak bugünün gerçekliğinde çok da farklı bir kapıya çıkmamakta. Oysa gelinen noktanın somut olarak gösterdiği bir şey varsa bu da artık Türkiye’de politik öğrenci hareketinin farklı bir yol geliştirmek zorunda olduğudur. Bu hareketin bir bütün olarak yakın gelecekte varlığını hissettirmesi ve kendine yönelik saldırıları püskürtebilmesi için ertelenemez ve vazgeçilmez bir görevdir.
     Senelerce öğrenci hareketi kendi içine hapsedildi. Toplumdan yalıtıldı ve her geçen gün biraz daha marjinalleştirildi. Acaba bugün gelinen noktayı sadece faşist darbelerle,YÖK’le veya çalışma alanının özgül zorluklarıyla izah etmek ve bütün suçu bu ve benzeri bahanelere atmak mümkün mü? Bu soruya verilecek yanıt nettir: Hayır... Bu tablonun oluşmasında işçi sınıfını ve onun bilimini ciddiye almayanların, akademik alanın sorunlarının akademinin dört duvarı arasında halledebileceğini sananların, eğitimin sermayeleştirilmesi karşısında harçlara hayır demekten başka bir şey yapamamış olmanın,v.b. payı en az diğerleri kadar fazladır.
     Öyleyse bugün gerçek anlamıyla öğrenci hareketinin toparlanmasını ve mücadele hacminin büyümesini sağlayıcı yeni projeler üretmek gerekmektedir. Bugüne kadar kendi duvarlarını aşmada pek de başarılı olduğu, bir iki örnek dışında, söylenemeyecek olan gençlik hareketi kendi önünde duran ‘marjinalleşme mi, kitleselleşip toplumsallaşma mı’ sorusuna net bir yanıt bulmak ve verdiği yanıta uygun politikalar üretmek zorundadır.
     Ancak bu soru karşısında yıllardır işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseltilmesi ve öğrenci gençliğin taleplerinin sınıfsal alandan ayrı düşünülemeyeceğini söyleyenlerin fazla düşünmesine gerek olmadığı da açıktır.

 
Yazarın Diğer Yazıları
 İçinden Devrim Geçmeyen Bir Film: Devrimden Sonra
 Savaş Makinesi NATO 60 Yaşında
 TECRİT VEYA FAŞİZMİN ''F'' TİPİ
 TÜRKİYE'DE ÖĞRENCİ HAREKETİ: DÜNÜ VE BUGÜNÜ